27 Mayıs 2008 Salı

Shinto, 'din' kavramı ve Türk-Japon laikliğinin bir benzerliği hakkında

Japonların 'din' için kullandıkları 'Shukyo' sözcüğünün sadece 150 yıllık bir geçmişi var. Japonlar, daha önce 'din' sözcüğünü kullanmıyorlarmış. Sözcüğün açılımından, bunun nedeni de anlaşılıyor. 'Shu', Atayı ve/veya büyük öğretmeni anımsamak ile ilgili bir sözcük. 'Kyo' da 'öğreti' anlamında kullanılıyor. Yani, kurucusu (peygamberi?) olan bir öğreti söz konusu olduğu zaman bu sözcükle ifade ediyorlar. Fakat 'Shukyo' sözcüğü, günümüzde (sosyal hayattan ayrı tanımlanılmış bir) 'din' anlamında kullanılırken, bunun modernizme özgü birşey olduğu da farkında olmadan vurgulanmış oluyor. Ayrıca bu tarif, tek Tanrılı dinler için düşünülmüş olduğundan, Japonya'da Shinto -artık- bir din sayılmıyor. Çünkü Shinto'nun bir kurucusu, bir başlangıç tarihi yok. Tıpkı (Anadolu'ya da gelen) göçebelerin sonradan şekillenmiş ve daha sonra kabul ettikleri yerel İslam içinde yaşamış Toyoncu Gök (ve yer) öğretisi gibi, Shinto da insanlık tarihi kadar eski. Zorlama bir şekilde Tennoluk'un (imparatorluğun) kuruluşu Shinto'nun başlangıcı sayılabilirse de, Shinto'nun Tennolardan çok daha önce de var olduğu biliniyor. Shinto bugün de sözlü kültürü esas almaktadır. (Buradan çıkarak bazı küstah İslamcılar, eski öğretilere "hurafe" deyip işin içinden çıkıyorlar. Kendi ilkelliklerinden önceki devirlerde insanların daha ilkel, hatta yarı hayvani varlıklar olduklarını sanıyorlar. Batılı bilim de yakın zamanlara kadar öyle sanıyor ve eski insanları pöstekiye sarınmış yarı-maymunlar olarak gösteriyordu. Bunun böyle olmadığı artık kanıtlanmıştır)

Çok eski bir gelenek üzerine kurulu olması ve tek Tanrılı bir dinin baskısına maruz kalmaması nedeniyle (Budizm Tanrılı bir din değildir) diğer göçebe halklarınkine nazaran kökenleri çok daha iyi korunabilmiştir. Bu açıdan bakıldığından sadece 'Komşu inancı' diye adlandırılan Budizmden değil, Konfu Tzu (Konfiçyüs) ve Daocu yaklaşımlardan da birçok şey alıp kendi sistemine entegre etmiştir. Hiroaki Kobayashi'nin de (Tokyo Üniversitesi) vurguladığı gibi, Shinto'nun baş özelliği, diğer dinlere sınırsız tolerans göstermektir. Diğer temel özellikleri, mutlaka doğayla uyum içinde olmak ve halka hizmet etmektir. Örneğin Shinto dualarında asıl dualar vatan için, Yamato ruhu için (Tenno'nun ve ailesinin ruhu için), insanlığın mutluluğu için yapılır.

Fakat 'Shinto', Tanrıların Yolu anlamına geldiği için, halka üstün hizmette bulunanlar, Shinto'nun sayısız 'Tanrısal'ları arasına girebiliyor, kutsal ruhlar (Kami'ler) katına yükseltilebiliyorlar. ('Kami' sözcüğü, Batılı bilim adamları tarafından genellikle 'Tanrı' diye çavrilir ama tam doğru değildir. Kutsal bir ruh, bir faydalı bitkinin ruhu bile olabilir) Burada 'sonsuz sayıda' anlamında 'Sekiz milyon yüce ruh' (Yaoyorozunokami) deyimi kullanılıyor ve onların en yüceleri de, Yasukuni mabedinde şereflendirenler sayılıyor. Meiji (Tanzimat) reformlarından sonra Shinto mabedleri, milliyetçi/ulusalcı gelişmeye entegre edilerek bir hiyerarşik düzen kazandılar. Bu hiyerarşide, savaş şehitlerinin şereflendirildiği Yasukuni mabedi bir numaralı en yüce mabed sayılıyor. (Hatta Tenno ailesinin İse mabedinden bile daha önemlidir, denebilir) Tenno dualarında mutlaka şehitleri de anar.

Shinto'nun en büyük şanssızlığı, Meiji (Tanzimat) reformlarından sonra başlayan kapitalistleşme/uluslaşma döneminde milliyetçi bir ideolojiye dönüştürülmesi ve diğer dinlerin Shinto adına büyük bir baskı altına alınmasıdır. Devlet dini haline getirilen Shinto'nun tumturaklı da bir ismi vardı (Shinto Kokkyoka Seisaku). Amerikan işgal kuvvetlerinin 15 Aralık 1945'de yasakladığı 'devlet Shintosu', herşeye rağmen dinler hiyerarşisinde günümüzde de bir numara sayılır. Ve sadece Shinto, içişleri bakanlığının sorumluluğu altındadır (diğer dinlerle kültür bakanlığı ilgilenir)

Günümüzün Japon laiklik anlayışı aslen, Shinto'nun bir din olmadığı temelgörüşünden yola çıkar ve onu buna dayanarak diğer dinlerden (mesela Hristiyanlıktan) ayrı tutar. Dinler, II. Dünya savaşından önceki faşizan milliyetçilik döneminde de 'devlet dini' (kamusal) ve 'bireysel dinler' (diğer dinler) diye bir ayrım üzerinden şekilleniyordu. Fakat en ilginci, devletin, tıpkı Türkiye'de (Sünni İslamı'da) olduğu gibi bir dini (Shinto'yu) devlet koruması altına alması ve Türkiye'deki Diyanet uygulaması gibi bir anlayış ve yapıyla onu kontrol altında tutmasıdır. Japon ve Türk laikliği, bu açıdan birbirine benzer.

Ayrıca, Japonya'da da, tıpkı Türkiye'de olduğu gibi devlet asla dinin kontrolüne girmemiştir, danışma fonksiyonuna sahip olmuştur. Bu temel ilkedir (ve aynı zamanda halkın özgün ruhunun korunmasıyla ilgili bir durumdur). Abbasi halifesinden 'Sultan' ünvanını adeta emrederek alan (-ki bu ünvan ilk Türkler tarafından bugünkü anlamda kullanılmıştır) Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey'den beri Türk hakimiyetinin olduğu bölgelerde Anadolu-İran-Mezopotamya'da da bu böyle olmuştur. Tuğrul Beyin büyük dedesi Dokak Bey Hazar Hanının hizmetindeyken ve Hazarların en ünlü komutanlarından biriyken de durum (Yahudiliğe yakın Hazar Hanlığı ve Selçuklu ailesi için) pek farklı değildi. Nitekim bu nitelik korunduğu için, daha sonra Selçuk Bey'in ileri yaşlarında Sünni İslam'ı seçmesi de zor olmamıştır (ve bu kontekste değerlendirilmelidir) Selçuklular, İranlılarla ortak kurdukları imparatorluklarında İranlılardan farklı olmak için, (İslam dinini Farslardan almış olmalarına rağmen) Sünni İslam tercih etmişlerdir ve korumaları/kontrolleri altında tutmuşlardır. Aynı şekilde Tenno da Budizmi, Japonya'ya ilk geldiği 538 yılından beri koruması altında tutmuştur ve 'komşu inancı'na saygısını göstermiştir (-Ama kendini asla ona kaptırmadığı gibi, devleti kontrol etmesine en küçük bir şekilde izin vermemiştir) Bu saygı karşılık da görmüştür. Bu tarihten 200 yıl sonra Nara'da ilk Budha mabedi (Todaiji) kurulduğunda, bahçesine bir Shinto altarı da yapılmıştır. Budizm bu sayede Japonya'da varolabilmiştir. Budizm bir tebliğ dini olsa ve Japonları Çinlileştirmeye kalksaydı, Japonya'da yaşayamazdı -tıpkı Türkleri (Arabi/sünni faizci) 'Modern İslam!' lafazanlığı ile son yirmi yıldır Araplaştırmaya çalışanların yaşayamayacağı gibi.

3 Mayıs 2008 Cumartesi

Japonlarla Türklerin dine yaklaşımı ve neoliberal Arabi İslamcılar hakkında

Modernleşme çağında Batılı süper ulus devletlerle rekabet edebilecek kadar 'gelişen' ilk (ve uzun bir süre boyunca 'tek') Asyalı halk olan Japonların başarısı Türkler için önemini koruyor. Japonların kapitalist sistem dahilinde de önemli başarılar kazanmaları ve sağlam bir demokrasi kurabilmelerinin altında yatan özelliklerden ilki homojen bir toplum kurabilmek başarısı ise, ikincisi de din ve laikliğe yaklaşımlarıdır. Doğu ile Batı arasındaki Orta dünyanın iki temel halkından Türkleri de (diğeri Ruslardır) ilgilendiren bu durum, laikliğin dünyada tartışmalı bir konu haline gelmiş olmasına rağmen günümüzde de önemini korumaktadır. Japon laiklik anlayışı Türkler için bugün de önemlidir, çünkü gelenekler ve klasik Japon devlet/erk/yönetim tarzı ile Batı usulü laik demokrasiyi bir araya getirebilen Asyalı en özgün örnek Japonya örneğidir ve modernleşme devrinde başarılı olmuştur. Türkiye'de başka ülkelerin laiklik anlayışına genellikle yüzeysel/kurumsal bazda yaklaşıldığından, örnek alınan ülkelerin (ki esasen Avrupalı ülkeler örnek alınmıştır) sosyo-ekonomik gelişmeleri, kültürel yapıları, gelişim süreçleri gözönünde bulundurulmamaktadır.

Günümüzde laikliğin ve din anlayışının -yeniden- tanımı özel bir önem arzetmektedir, çünkü bu terimler, bugün kullanıldıkları anlamda, Batılı toplumlara özgüdür ve Batıda ortaya çıkmış olan (kapitalizme özgü) "birey" formatına göre tanımlanmışlardır. Bu açıdan bakıldığında günümüzün dinci/İslamcı (fundamentalist) din tanımı ve yaklaşımı, Batılı (hatta neoliberal) bir özellik taşımaktadır -ve bu nedenle ömrü neolberalizmin ömrüyle sınırlıdır.

Örneğin din aidiyeti konusunda Batılı ülkelerle Doğulu ülkeler -mesela Japonya ve Kore- arasındaki temel fark şudur: Din, bir Batılı için 'sadece' insanın bireysel/kişisel iç meselesidir. Dinsel kimlik, bireyin "özgür seçimi"yle ilgili sayılmaktadır ve bu açıdan ("birey" açısından) değerlendirilir. Tanrı'ya ve kutsallığa yaklaşım bile bireysel odaklı bir konudur. (Bu "birey" odaklı yaklaşım, kapitalizmle birlikte ortaya çıkmıştır ve daha çok Batılı kapitalist toplumlara özgüdür) 1980 sonrasının 'Arabi/sünni modern dindarlık' anlayışı da bu tipik Batılı din yaklaşımını (modernlik ve 'Tanrı'ya şirk koşmamak' adına) benimsemektedir, çünkü Türkiye'nin sonradan modernleşmiş kesimlerinin sonuncusudur ve (en neoliberal) Batı taklitçisi kesimdir. Batılı modern din anlayışına göre insan sadece tek bir dine sahip olup diğerlerini reddetmelidir. Bu anlayış ile, aynı anda başka inanç konteksini de (birlikte) yaşatmaya devam etmek söz konusu olamaz. Hakbuki tarihte tüm dini geçişler, birer yorum şeklinde tezahür eder ve asla homojen olmamıştır. Toplumlarde homojenlik arayışı/zorlaması, tipik kapitalizm semptomudur ve bu açıdan Arabi/sünni neoliberal tüccar müslümanlar, tipik bir kapitalizm tezahürüdür. Anadolu'nun kültür mirasıyla ters düşmeleri, ona eklemlenme çabası göstermemeleri, Yeni Dünya Düzeni ile birlikte ortadan kalkacaklarını göetermektedir. Kendi Arabi din anlayışının dışındaki Anadoluya/Türklere özgü yaklaşımlarla (örneğin Alevi-Bektaşi geleneği) hiçbir yakınlıkları olmadığı gibi, tipik bir Batılı din anlayışı semptomu olan 'yabancı düşmanlığı'na benzer nefret dinamikleri geliştirebilmektedir. Avrupa'da 'başka dinden yabancılar'ı yakabilen bu din anlayışı, Türkiye'de de (Sivas'ta) onun gibi olmayan (ona) "yabancı" Müslümanları yakabilmiştir. (Bir kültürcü homojenleştirme düşüncesidir ve neoliberalizme özgüdür)


Doğu'da -ve tabii Japonya'da- din ve dindarlık tanımı farklıdır. Orada dinsel kimlik (kapitalistleşme döneminden beri) ikili -ama sağlıklı- bir karakter arzetmektedir. (Bu ikili karakter, kapitalistleşme dönemiyle birlikte Batı'da da ortaya çıkmıştır, ama oranın din anlayışına ters bir durum olduğundan meşru sayılmamaktadır) Doğu'da, Batı'nın tersi bir din tanım/yaklaşım sözkonusudur. Dine yaklaşım -eskinin bir devamı olarak- birey/kişi odaklı değildir. Doğuda dini aidiyet ve kimlik, toplum/cemaat üzerinden açıklanır/tanımlanır. Modernleşme öncesi dönemde bütün dünyada da (Türkiye'de de) böyleydi. Bu özellik, eski din tanımının günümüzde yaşatılan şekline tekabül eder. Bu nedenle bir Japona dini sorulduğunda Batılılara ve 'Modern Müslümanlar'a ters gelecek yanıtlar verir. Örneğin bir Japon 'benim dinim Shinto' derse, bu onun ailesinin/halkının dini anlamında söylenmiş bir sözdür. Soruyu yanıtlayan kişinin geleneklerden/tarihten gelen aidiyetini ifade eder. Ama modern/kapitalist Japonya'nın "birey"inin, bir de (kapitalistleşme sonrası ortaya çıkmış) "bireysel" dini (veya dinsizliği) vardır. Kişi ailesinin dinini (Shinto) kabul eder, ayinlere samimiyetle katılır ve böylece atalarına ve Kamilere (Tanrısallığa/Tanrı'ya/yerel kutsallara) saygısını göstermiş olur. Bu, klasik din anlayışıyla ilgili geleneksel tutumdur. Aynı kişi, modern bir birey olarak Budist, Hristiyan, Müslüman veya başka birşey olduğunu da söyleyebilir. Bu tutum, Ural-Altay ruhuna tamamen uygundur. Türkler de Anadolu'da 19'uncu yüzyıl ortalarına kadar çoğunlukla 'Müslümanız' demelerine rağmen, bir yandan da arak içerler, saçı saçarlar, kadınlarla erkekleri ayırmazlar, saz çalarlar, dans ederler vs. Sonradan kabul edilen dini kendi kültürüne uydurmak, dünyanın en doğal ve doğru biçimidir (yoksa bütün Müslümanlar Arap olurdu) Araplaşma, Kuzey Afrika'da olmuştur ama Anadolu'da olmamıştır ve bundan sonra hiç olmayacaktır. Bunun en basit nedeni, yeni Arabi modern tüccarların, geleceğinin kesik olmasıdır.

Orta Asya Cumhuriyetlerinin bir çoğunda, Balkanlarda, Arabi olmayan, Türklerin geliştirdiği (ve bu nedenle örneğin Balkanlarda tutunabilmiş) bir İslam yaşamaktadır. Püriten Arap ve neoliberal Suudi geleneği ise Anadolu'da 80'li yıllara kadar yoktur ve öncesinde daha çok Nakşibendi geleneğinden beslenen, Anadolu kültürüne şimdikinden daha yakın (ama çok katı) başka şekillerde yaşamıştır. (Fakat Nakşibendi geleneği, Orta Asya'da lanetlenmiştir. Türkiye'de de Yeni Dünya Düzeni'nin müttefikidir. Doğu Türkistan'ın Çin'in hakimiyetine girmesinden, doğrudan "Hacegan" Nakşibendi şeyhleri sorumludur. -Ama bu başka bir yazı konusu) Anadolu'da bin yıldır özgün ve eski Anadolu/Türk kültürünün yaşamasına izin veren bir İslam anlayışı hakimdi. Türkler gerekirse akşamları çilingir sofrası kurarlar, ama Ramazanlarda da oruçlarını aksatmazlardı. Halk danslarına önem verirlerdi (çünkü hepsi eski Anadolu geleneklerini ve eski ritüellerini bağrında de taşır). Anadolu'da ve Türklerde müzik çok önemlidir. Çünkü dönüşümlü ritmli eski müzik, modernleşme öncesinin 'özgür insan' formatının ve mantalitesinin önemli bir taşıyıcısıdır. Arabi/sünni modern tüccarların müzik kültürü sıfıra yakın, dans kültürleri de sıfırdır.

Japonya'da kamuoyu soruşturmaları, Japonların bu ikili din anlayışı özelliğini çok iyi yansıtmaktadır. Japonların yüzde 97'si kendini Shinto (geleneksel) dinine dahil sayıyor. Ama aynı zamanda yüzde 72'si 'Budist' olduğunu söylüyor. İslam'ın tek doğru yorumunu kendi tekelinde sanan "homojen" bir Arabi/sünni modern Müslüman'a göre bu anlaşılmaz bir durumdur (Ama Anadolu'da da örneğin ünlü derviş Barak Baba, bir Bizans prensidir. Orhan Bey'in sağ kolu Evrenos Bey ve Köse Mihal, Bursalı Bizanslılardır ve kabul ettikleri İslam da püriten Arap İslamı değil, renkli Anadolu İslamıdır) Burada hem Shinto hem de Budizmi sahiplenmek, çelişkili değildir. Çünkü Shinto, insanlık tarihi kadar eski bir geleneği/inanışlar silsilesinin kodlarını taşımaktadır. Budizm, o geleneğe nazaran çok yenidir.

Türkler de göçebe kökenli anlayışlarına uygun olarak sırayla her dini kabul etmiş, kendilerine göre yorumlamış ama özlerinden hiçbirşey yitirmemişlerdir (ta ki bir kısmı kendi özünü yitirip Araplaşarak Arabi/sünni İslam'a haddinden fazla kapılanıncaya ve göçebe/savaşçı karakterini yitirip neoliberal Arabi tüccar/müslüman karakterine bürününceye kadar.) Japonlar özlerini açıkça ifade ediyor, yaşatıyorlar, bunun bir edebiyatına/kültürüne/müziğine vs. sahipler. Türkler ise, Sivas'ta yakılan aydınlardan bu yana, tam bir kültürel suskunluğa bürünmüşlerdir. Son dönemde özlerini yazısız/sözsüz bir duygu/davranış vs. konteksine hapsetmişlerdir ama korumaktadırlar. Ve bunu hiç konuşmamaktadırlar. Konuştuklarında, (her dine saygılı ama kendi özüne saygısız) İslamcıların küstah küçümsemeleriyle veya birilerinin ("milliyetçi") suçlamalarıyla karşılaşacaklarını biliyorlar. Küstah İslamcılar, Anadolu/Türk kültüründen korkmaktadırlar, çünkü onun canlanması, Arabi/sünni kültürsüzlüğünün birkaç sembol bazında işleyen kültürsüzlüğünün güneş görmüş kar gibi uçup gitmesi demektir. Onbin yıllık bir kültürün yeniden uyanması karşısında, müziksiz/danssız, arabî tesettürlü, kadına eve kapatmaktan başka bir "özgürlük" sunamayan, kadın düşmanı bir kültürsüzlük kültürünün hayatta kalması mümkün değildir. Anadolu gibi bir yerde bu kadar kültür/fikir/görgü fukarası bir akımın eski kültürü red/inkar etmeden yaşaması zaten mümkün değildi. Şimdi Anadolu, kapitalizmin çözülmesinin ardından Doğu ile Batı arasındaki bölgenin merkezi olma sorumluluğunu üslenmeye hazırlanmaktadır. Ve bunu yapmadan önce, Yeni Dünya Düzeni'nin müttefiki paracı tüccar Müslümanların kısa tarihine son verecektir. Bu akım şimdiye kadar, sadece neoliberalleşmenin para/mal/yağma/rant kültürsüzlüğü sayesinde yaşayabilmiştir. Bu akım, kendini aşıp Anadolu kültürüne eklemlenmek fırsatını da kullanmamıştır. Tersine, Anadolu'yu Araplaştırmaya çalışmıştır. (Tabii çöl kültürünün Anadolu'da tutması imkansızdır. Bunu ne Abbasiler ne de Timurlenk başarabilmiştir. Ama Anadolu bu çölcü ilkelliğe daha fazla tahammül etmeyecektir.

Japonları (ve Korelileri) Türklerden ayıran en önemli özellik, en az diğer dinlere olduğu kadar kendi özlerine/eskikültürlerine de saygılı ve hoşgörülü olmalarıdır. Japonlar, Ural-Altaylardan getirdikleri ve Shinto ile ifade ettikleri eski inançlarını 'Milli din' haline getirip Japon faşizmine malzeme yapmak bahtsızlığını da yaşamışlardır (Shinto 'savaşçı' bir karakter de taşır. Bunun en iyi kanıtı olarak, savaş Tanrısı 'Hachiman' kültüne adanmış mabedleri gösterebiliriz). Eski kültürün faşizan malzeme hale gelmesi gibi olayların Türkiye'de yaşandığını biliyoruz. Fakat bunlar, eski kültürün fanatik milliyetçilere terkedilmesi gerektiğini kesinlikle göstermez. Tam tersine. Japonlar, 'özüne bağlılık' ve diğerlerine sınırsız tolerans sayesinde (-ki bu, tüm göçebe kökenli halkların ortak özelliğidir) hem bütün dünya ile EŞİT ilişkiler kurmuş hem de -modern zamanlarda- sağlam bir demokrasi/ekonomi inşa edebilmişlerdir. Hem eski geleneğin özgün kalitelerini yaşatmışlardır -ki önümüzdeki dönemde çok önemli olacaktır. Japonların bu konuda (II. Dünya Savaşı'ndan sonra) Japonya çapında gösterdikleri örgütlü/yurtsever çaba dikkate şayandır. Zengin/fakir herkesin bu seferberliğe katıldığını -Japonya'nın bu sayede kısa sürede yeniden önemli bir süper ulus-devlet haline geldiğini biliyoruz. Bu konuda Türkler gibi kolay mobilize olabilen (göçebe kökenlilere özgü) bir özelliğe sahiplerdir.

Doğu'da, din konusunda esas alınan şey: yüksekte tutulması gerekenin 'kutsallık'tır (ve nefsine hakim olmak, kendini ruhsal anlamda geliştirmektir) ve bunu herkesin özümsemiş olmasıdır. Bu bağlamda en yüce varlık Tanrı'ya da, Budist rahibine de, diğer din adamlarına da saygı gösterilir. Fakat Batılı (fundamentalist) anlamda dincilik (yani kendinden başka hepsini reddeden anlayış) oldukça yenidir ve toplumu belirleyecek, siyasi yapıyı etkileyecek ölçüde yaygın değildir. (Bkz. bu blogdaki 'Soka Gakkai' yazısı) Batılı dini kıstaslarla değerlendirirsek Japonların dindar olmadıklarını söylemek zorunda kalırız. Hatta Japonlar Asya'nın en az dindar halklarından biri gibi görünürler. Ama aileyle birlikte tüm dini kutlamalara katılır, adetlere uyarlar ve onları ihmal etmezler. Batı'da anlaşılamaz bir durumdur. (Çünkü ayine katılan kişi sonra size ateist olduğunu bile söyleyebilir. Ama bir Avrupalı gibi Shinto dininden çıkmayı asla aklına getirmez, çünkü onun bireysel kararı değildir. O bir Japon olduğu için eski inançlarına/geleneğine bağlıdır. Bu durum bir Japon için dünyanın en normal şeyidir)

Modernleşme süreci içindeki Japon başarısının temelinde, Batı'dan gelen yeni/modern etkileri tartışmadan kabul etMEmek yatar. Türklerin bu konudaki tavrı, sadece Japonlar değil, İranlı ve Ruslardan bile farklıdır. Türkler bir din kabul ederken yaptıklarının aynısını -maalesef- modernleşmeyi kabul ederken de yapmışlardır ve detaylı/sistemli hiçbir tartışmaya/incelemeye girmeden kabul etmişlerdir. Örnekler arasından kendilerine en uygun görüneni almışlar ve onun üzerinde oynamışlardır. Gerçi buna rağmen Türkiye'ye özgü bir laiklikten sözedilebilir, ama Avrupa şablonları üzerinden kurulmuştur ve tüm atıflar sadece Avrupanın belli laiklik örneklerine yapılır. Türklerde bu konuda da 'kendi sentezini yaratmak' ilkesi, Batılı şablonların ipoteğinde kalmıştır ve yeterince özgün olamamıştır. Bunun baş nedeni, Türk aydınının -inanılmaz bir şekilde- dünyayı Avrupa ve Batı'dan ibaret sayması ve bu algılama biçimini büyük ölçüde bugün de sürdürmesidir. Bu davranış biçimi, 1911'de Trablusgarp'ta başlayıp 1923'de İstanbul'da biten Osmanlı'nın (savaş eşliğinde) dağılma sürecini 'Batıya yenilmek' şeklinde tarif etmek sonucu ortaya çıkmış bir yanılgıdır. Aydınlar buradan muazzam bir aşağılık kompleksi üretmişlerdir. Batıya üstünlük sağlanamasa bile en azından Batı gibi olma takıntısı, Türklerin görüş mesafesini Batı ile sınırlamıştır. Bu kompleksten kurtulduktan sonra, Batı ile çok daha sağlıklı, özgüvenli ve EŞİT ilişkiler kuracak, dünya barışına çok daha önemli katkılarda bulunabileceklerdir.

Osmanlı dağılması, savaş 'yenilgisi'nden çok kapitalist sistemin getirdiği çözülmenin yerel etkileriyle ve (Balkanlardan başlayarak) Batı'yı uluslaşma/milliyetçilik konusunda birebir taklit etmekle ilgili bir konudur. Savaş, bu gelişmeleri hızlandırmıştır. Türkler, özgün çizgilerine ve devasa özgün kültürlerine yaklaştıkça, onları rahatsız eden (ama artık eskisi kadar da rahatsız etmeyen) aşağılık kompleksinden kurtulacaklacaktır. Bu da, bütün dünyanın hayrına önemli bir gelişme olacaktır.