21 Ekim 2008 Salı

Quentin Tarantino'nun 'Hattori Hanzo' tiplemesi ve 'Ninja'



Quentin Tarantino'nun 'Kill Bill' filmlerindeki 'demirci kılıç ustası' Hattori Hanzô (服部 半蔵) tiplemesi, gerçeğiyle hiç örtüşmediği halde, bu muhteşem intikam hikayesinde kendine özgü saygın bir yer buluyor. Asıl Hattori Hanzô veya 'Masenari' (1541-1596), imal ettiği kılıçlarla ünlenmiş biri değil ve demircilikle hiç ilgisi yok. Fakat büyük rejisör Tarantino, iki filmlik Kill Bill dizisinde bu ünlü savaşçıya öyle hoş bir atıfta bulunuyor ki, yaptığı bilinçli yanlışlık, göze batmayıp hoşa gidiyor. Kurgusal sanat denen şeyin büyüklüğü de burada zaten.

Tarihi kişiliklere mutlaka saygı göstermek ve onları oldukları gibi göstermek gibi bir şart, kurgu sanatının özgürlük alanına girmiyor. Ama çarpıtılan bir tarihi karakteri, bambaşka -ama üstün- bir pozisyonda göstererek, filmde konu olan duyarlı halkları kırmamak ve onların gönlünü almak da mümkün. Türkler gibi şereflerine çok düşkün Japonların kendilerine yönelttikleri eleştiriler bazen insaf sınırını bile aşabiliyor -ki sağlıklı olan da bu (başka halkların insaf sınırını aşarak Japonları eleştirmesi değil). Aynı şey Türkler için de geçerli.

Tarantino'nun Birinci Kill Bill filmi 2003'te gösterime girmişti. Film, birçok bakımdan çok orijinal ve çeşitli film türlerine, filmlere, hatta çeşitli (Spagetti Western) filmlerinin müziklerine göndermelerde bulunan bir seyirlik. Ama bu yazının konusu olan tiplemeye kısaca değinmeden önce filmin konusundan bahsedecek olursak:

'Black Mamba' kod adlı eski mafia tetikçisi Beatrix Kiddo (Uma Thurman), eski kanlı hayatını bırakıp evlenmeye karar vermiştir, karnı burnunda hamiledir. Kocası, onun bazı yakınları, gelinin geçmişinden habersiz, küçük bir kilisede evlenme hazırlıkları için toplanmışlardır. Beatrix'in eski sevgilisi, mafya/tetikçi petronu Bill (David Carradine) ve herbiri birbirinden tehlikeli adamları/kadınları kiliseyi basarak tam bir katliam yaparlar. Gelini Bill bizzat vurur, ama Beatrix ölmez, komaya girer ve yıllar sonra birgün ayılır, kalkar. Bill'den ve diğerlerinden intikam almak için harekete geçer. Tarantino filmde, en sevdiği aktrist Uma Thurman'ı intikamcı gelin rolünde oynatıyor. Yüzü sadece ikinci Kill Bill filminde görünen ve Türkiye'de 'Kung Fu' televizyon dizisinin "Çekirge"si olarak tanınan David Carradine'ı da karizmatik 'Bill' rolüne yakıştırmış. Aksiyon filmlerinde silah olarak Japon kılıcı kullandırarak yeni bir tarz yaratan Tarantino, intikamcısı 'Gelin'e, Bill ve Bill'in adamlarını yenebilmek için, çok iyi bir kılıca sahip olması gerektiğini düşündürüyor. Bunun için de Tokio'ya gelerek orada, yaşayan en büyük kılıç yapım ustası Hattori Hanzô'yu bulduruyor. Gelin usta'dan, kendisi için bir kılıç yapmasını istiyor. İstiyor, çünkü Bill de bir Hattori Hanzô kılıcına sahip. (Rejisör, iyi bir kılıcın diğerlerinden farkını, film boyunca gösteriyor)

Tarantino'nun buradaki jesti, aslında bir Ninja (hayalet savaşçı, ajan, suikastçi / 忍者) olan gerçek Hattori Hanzô'yu bir demirci olarak gösterirken, bu önemli tarihi kişiliği oynamak rolünü, Japon aktör Sonny Chiba'ya (千葉 真一) veriyor. Japon sinemasının en önemli aktörlerinden Sonny Chiba (59), Hattori Hanzô'nun gerçek hayatını anlatan uzun bir televizyon dizisinde başrol oynamıştı. Tarantino, bilinçli yanlışlığını böyle telafi ediyor.

Hattori Hanzô, veya daha sonra sık sık adlandırıldığı üzere 'Oni no Hanzô', tam bir hayalet (cin) savaşçıdır ve 1970'li yıllardan itibaren kült haline getirilen kurgu Ninja'ların en gerçek olanlarından biridir. Modern zamanların ucuz aksiyon filmlerinde ve Hong Kong sinemasında, duvarlara tırmanan siyah giysili garip adamlar şeklinde gösterilen Ninja'lar, Shogunlar devrinin bir tür gizli ajanlarıydılar ve özgün savaş/dövüş yöntemleri kullanıyorlardı, sabotajlar yapıyorlardı vs. (Nisbeten yeni/modern zamanlarda daha çok Yakuza/Mafya tetikçileri haline gelip yozlaşmışlardır) Hattori Hanzô, büyük Shogun (Genelkurmay Başkanı ve hükümdar) Tokugawa Ieyasu'nun hizmetindeki en önemli Ninja idi. Daha onaltı yaşındayken Uzuchi kalesine yapılan gizli baskın sırasında gösterdiği kahramanlık ve başarı nedeniyle Shogun tarafından ödüllendirildi. Daha sonra önemli savaşçılarından ve en önemli ajanlarından biri oldu. Hattori Hanzô, Shogun'u diğer grupların ajanlarından korumakla görevli gölge birliğin başkanıydı ve 55 yaşında, ona başka bir Ninja grubu tarafından kurulan sofistike bir tuzaktan kurtulamadı (büyük bir ihtimalle öldürüldü). Ne şekilde öldüğü/öldürüldüğü bugün de bilinmemektedir, bu nedenle eceliyle öldüğü de söylenir.

Ninja, 'saklı' (gizli) anlamı içeriyor. Ninja'lar, açık dövüşmedikleri ve hedefleri için her türlü hileyi yapabildiklerinden, 'Samurai'ler tarafından her zaman küçümsenmişlerdir ve yakalandıkları zaman acımasızca öldürülmüşlerdir. Ninja öğretisi 'Shinobi no jutsu', Ninja'ların piri sayılan prens Shotoku Taishi tarafından muhtemelen 7. Yüzyılda ilk kez uygulanmaya başlanmıştır. Fakat bir savaş disiplini olarak, ancak 9. Yüzyıldan sonra kullanılmıştır. Japon tarih yazımında "şerefsiz" Ninja'lardan bahsetmemeye özen gösterilir ve Samurai'ler yüceltilir. Bu o kadar dikkat çeker ki, bazen Ninja diye birşeyin hiç olmadığını, bunun Batılılar veya sinemacılar tarfından uydurulmuş bir efsane olduğunu düşünebilirsiniz.

14 Ekim 2008 Salı

II. Dünya Savaşı'nda Japon ve Türk antisemitizmi


1941 Mayısında Türkiye'de Yahudi kökenli Türklerin (ve diğer Hristiyan Türkiye vatandaşlarının) 'Yirmi Kura İhtiyatları' adı altında ikinci kez askere alınıp silah ve üniforma verilmeden kazma-kürek yollarda çalıştırılmaları, ithal bir antisemitizm ve ırkçı/milliyetçi döneme işaret eder. Türkiye'nin yüz karasıdır. (Konu hakkında bakınız: Bensiyon Pinto "Anlatmasam Olmazdı" İstanbul 2008) 1937'deki Trakya olayları ve Yahudilerin utanmazca aşağılanmaları da, bu ithal düşüncenin ürünüdür. 1942'de çıkarılan azınlıklara Varlık Vergisi de ithal bir ultra-milliyetçilik pratiğidir. İthaldir, çünkü Türk (ve Müslüman) geleneğinde antisemitizmle ve eski Hristiyancı Yahudi düşmanlığı ile kıyaslanabilecek herhangi bir Yahudi düşmanlığı yoktur (olması için bir neden de yoktur). İkinci Dünya Savaşı döneminde bütün dünyada görülen antisemitizmin Türkiye'ye de yansımış olması utanılacak bir durumdur ve bu kara leke asla unutulmayacaktır, ama Avrupa'daki (Hristiyan) antisemitizmiyle arasında önemli farklar vardır. Bir kere asla Avrupa'daki kadar ciddiye alınmamıştır.

Antisemitizm ve Yahudi Soykırımı, kapitalizmin -aynı zamanda- halkları homojenleştirme ideolojisi olan Milliyetçiliğin ve milliyetçilikler döneminin "zirvesi"ni teşkil eder. Fakat bu ırkçı/barbar ideolojinin, Hristiyan-fundamentalizmiyle önemli tarihi bağları vardır. Doğu'daki yoğun modern kapitalist milliyetçileşmeye rağmen Yahudi düşmanlığının asla Batı'daki kadar ciddiye alınmadığını gögösterecek en önemli örneklerden biri Japonya ise, bir diğeri de Türkiye'dir.

Nazi-Almanyası'nın müttefiki Japonya, Nazilerin yaptığı tüm baskılara aldırmadan, Japonya kontrolü altındaki bölgelerde yaşayan Yahudileri öldürmeyi reddetmiştir. Ağustos 1945'de Savaştan sonra, Japonya kontrolünde 1943'den beri kendi getoların yaşayan sekiz bin Yahudi özgürlüğüne kavuşmuştur. (Bu arada Yahudilere çok iyi davranıldığı da söylenemez, ama kötü de davranılmamıştır.)

Bu konuda en çarpıcı örnek, Naziler ve Faşistlerle ittifak halindeki Şintoist/Budist Japonya'dır. Modern ordusunun kuruluşu konusunda tıpkı Türkiye gibi Prusya okuluna dahil olan Japonya, üniversitelerinin kuruluşu konusunda da Almanya'yı örnek almıştı. Japonya'da antisemitik etkiler, bu nedenle Nazilerin etkisiyle gelmiştir. Nazilerin iktidara geldiği 1933 ile savaşın sona erdiği 1945 arasında Japonya'da 800 kadar antisemitik yayın piyasaya çıkmıştır. (Bkz. Heinz Maul, "Warum Japan keine Juden verfolgte" 2007)

Varşova'daki Yahudi getosuna karşı uyguladığı barbarlıkla tanınan Varşova Gestapo şefi Alfred Meisinger'in Tokio'ya büyükelçi atanmasıyla Japonların üzerindeki müttefik baskısı arttı. Naziler, Japonların Yahudilere karşı yeterince sert olmadıklarını söylüyor, baskıyı artırmalarını istiyorlardı. Sonunda durum öyle bir noktaya geldi ki, Japonlar 1942'de, Shanghai'daki Yahudi getosunu tasfiye edip içindekileri yoketmeyi bile tartışmak zorunda kaldılar. Savaşın, 1940'da imzalanan Alman-İtalyan-Japon paktı lehine geliştiği dönemdi. Fakat Japonlar buna rağmen böyle bir kitlesel cinayeti işlemeyi reddettiler. Ardından Nazilerin Stalingrad yenilgisi geldi ve Japonlar Sovyetler'e karşı Nazilerle birlikte savaşmayı da reddettiler. Daha sonra antisemitist söylemlerinin dozunu artırsalar da, bunda, Nazi müttefiklerini daha fazla kızdırmak istememelerinin payı büyüktür. Japon milliyetçiliği ve geleneği, Hristiyan kökenli antisemitizmden farklıdır ve gerçek bir Yahudi düşmanlığı, Japonya'da da asla olmamıştır. Dışarıdan ithal edilen Yahudi düşmanlığı ise, bu temel duruşu bozamamıştır.

Türkiye'deki Yahudi düşmanlığı ise savaş öncesi ve sırasında yapılan ayrımcılıklar ve Trakya'da Yahudilerin mallarına el konma girişimleri etrafında gelişen, birkaç dayak ve tecavüz olaylarıyla sınırlı kaldı, dönemseldi. Avrupa'dan yükselen antisemitizmin etkisiydi. 11 Eylül 2001 döneminde yeniden hortlayan (neo-)antisemitizm, komploculuk ve anti-sabetaycılık gibi etkisi kısa süren (Batı'dan ithal) "ürünler"i şimdilik bir yana bırakacak olursak, II. Dünya Savaşı öncesi ve sırasındaki Yahudi düşmanlığı Türk tarihinde tam bir istisna (büyük ayıp) teşkil etmektedir. İşin kötüsü, Türklere bu karayı sürenler, bu olayların doğrudan sorumlusu olan devlet ve devlet yetkilileri Yahudilerden özür dilememişlerdir. Bu berbat olayın tek sevindirici yanı, halkın (şimdi İslamcılar dışında) bu acaip düşmanlığı asla ciddiye almaması, Yahudilerin de büyüklük göstererek yapılanları bir kin/nefrete dönüştürmemiş olmalarıdır. (Bütün bunlardan/savaştan sonra Almanya'nın, antisemitizme ve Yahudi düşmanlığına karşı bağışıklığı en sağlam ülke haline gelmesi de, bütün dünya için büyük bir kazanımdır ve çok önemlidir)