24 Şubat 2009 Salı

Tahta kılıçlı iki savaşçı: Sarı Saltık ve Musashi


Sarı Saltık (صارى صالتق) ve Miyamoto Musashi (宮本 武蔵), aynı türden iki büyük savaşçıdır. Savaşlarının özgün spiritüel bir boyutu vardır ve bu onları benzersiz kılmaktadır. Sultan II. Mehmet'in oğlu Cem Sultan'ın Sarı Saltık'ın maceralarından çok etkilendiği anlaşılıyor. Şehzadeliği sırasında verdiği emirle, bu ilginç savaşçı hakkında anlatılanların toplandığı ve O'nu anlatan bir kitap yazılması için Ebu'l Hayr er-Rumi'yi görevlendiriyor. Saltukname, yedi yılda yazılıp 1480'de tamamlanıyor. (Üç ciltlik) Bu kitaptan, Sarı Saltuk ve maceraları hakkında çok şey öğreniyoruz. Kitapta bazı olayların abartıldığı veya birçok olayın Sarı Saltık'a maledildiği da açık. Ama kitaptaki en heyecan verici şeylerden ilki, kitaptan sezinlenebilecek (halktan aktarılan) dil. O zamanlar halkın kullandığı fütursuz/komplekssiz (mesela cinselliği falan dışlamayan) dil, halkın yaratıcılığını da gösteriyor. Diğeri, kitapta bahsedilen 'Ejderha' ve benzeri olağanüstü yaratıklarla karşılaşması, onlarla savaşması ve onları yenmesi gibi bir çok olağanüstü olay... Tabii bugünün modern (kapitalist) biliminin/tekniğinin, dünya denen şeyi bütünüyle açıkladığını "düşünen" naylon aydınlar için, Saltukname'de anlatılanlar masaldan ibarettir! (Onların -hayatın ruhsal/spiritüel boyutunu reddeden- zırmaddeci bilimselliğinin/teknikselliğinin vardığı nokta ise gerçek: iklimlerin çöküşü. O "masallar"ın böyle dipsiz kötülüklere değil de, belki -onların hiç anlamadığı- iyi şeylere vesile olmuş olabileceğini biliyoruz.)

Sarı Saltık, özgün bir savaşçı prototipidir. Görünürde öyle büyük meydan savaşlarına katılmışlığı falan yoktur, varsa da bu önemli değildir. Ama O'nun savaşının asıl önemi, görünmeyen/spiritüel boyutla ilgilidir ve bu boyutun farkında olan ve onun bir katmanı hakkında bir de kitap yazmış olan Miyamoto Musashi de aynı türdeki savaşçılardandır. Saltık, kendini ve savaş sanatını kalitesini/özelliklerini anlatan bir eser yazmamış/yazdırmamıştır (belki de böylesi çok daha iyi), ama Musashi, Türkçe'ye de çevrilmiş olan Go-Rin-No-Sho adlı eserinde, savaşın spiritüel boyutu hakkında bazı fikirler verir. Burada sözkonusu olan, göçebe kökenli halklara has bir kalitedir.

Saltık ve Musashi, tahta kılıç kullanıyorlardı. Musashi, hayatının son dönemlerinde tahta kılıç kullanmıştır. Buna rağmen, karşısına normal keskin kılıçla çıkan bütün rakiplerini altetmiştir. O, çifte kılıç kullanımını esas alan bir öğreti kurmuştu (Niten ichiryu). Öğretinin adı 'Çifte Gökyüzü' (Ni Ten) anlamına gelmektedir (Ten/Tan, bütün Doğu kültürlerinde Gökyüzü'nü ve/veya Tanrısallık prensibini ifade etmek için kullanılan bir sözdür). Musashi, savaşı önce ruhen kazanmak gerektiği üzerinde durur. Saltık hakkında anlatılan hikayelerden, O'nun da bu ilkeyi sadece anlamakla kalmayıp çok daha geniş ve derin anlamda kullandığı anlaşılıyor. Saltuk'un tahta kılıcı tek ve alışılandan uzundur. ('Alışılan' derken: tahta kılıç örneklerini müzelerde görmek mümkündür. Anadolulu dervişlerin kullandıkları, genellikle kısadır ve aslen sembolik/spiritüel bir anlam taşıdığı malumdur) Saltuk, tıpkı Musashi gibi, kılıcını sahici silah olarak da kullanır.

Mesela Vilayetname'de de tahta kılıçlardan bahsedilir ve 'batın' bir kılıç olduğu (aslen 'Görünmeyen Kılıç' olduğu) anlaşılır. Bu çok eski toyonist bir gelenektir. Vilayetname'de anlatılana göre Hacım Sultan, Hacı Bektaş Veli'nin tahta kılıcını bir eşekte denemeye kalkar ve bir vuruşta eşeği ikiye böler. (Vilayetname, Erenlerin buna kızıp, "keşke kolu tutulsaydı da vuramasaydı" dediğini yazıyor. Bunun üzerine Hacım Sultan çolak olmuş, ancak başka dervişlerin yalvarmaları sonucu bu lanet gene Hacı Bektaş Veli tarafından kaldırılmıştır)

Ritüel amaçlarla pek olmamakla birlikte tahta kılıç Japonya'da günümüzde de kullanılıyor. Daha çok kılıç kullananların alıştırma yapmak amacıyla kullandıkları tahta kılıç 'Boku-to'
(木刀), sert ağaçtan yapılıyor. Bunların bazıları, iyi kullanıldıkları takdirde neredeyse bir kılıç kadar etkili olabiliyorlar. Amaca göre çeşitleri bulunmakla birlikte, en yaygın olan türü, kılıç (Katana) uzunluğunda ve formunda olanlarıdır (104 cm). Bir tahta kılıcı -normal çatışmada- en etkili kılan, onun dışa kıvrık kısmının keskin olmaması ve kalın olmasıdır. Bir dezavantaj gibi görünmesine rağmen, Boku-to, kesmeyip kırar. Verdiği zarar, bazen normal kılıcın verdiği zarardan daha büyük olabilir. Boku-to'nun içe kıvrık kısmı, genellikle kesmeye yarayabilecek şekilde yapılır -yani normal kılıcın tersidir. Bu da, tahta kılıcın, Japonlarda ve Türklerdeki ruhuna uygundur. Çünkü tahta kılıç, kan dökmenin değil, önce nefsi terbiye etmenin ve yenmenin sembolüdür. Diğer zaferler ancak ondan sonra gelir. Tahta kılıç, adaleti ve hedeflere barışçı yoldan ulaşmayı, zaferi savaşa girmeden önce kazanmayı sembolize eder.

1 Şubat 2009 Pazar

Japonların ve Türklerin 'Zaman' algılamasının değişimi hakkında


Eskiden, "ikindi namazından sonra buluşalım" denirmiş, şimdi mesela "15.30'da buluşalım" deniyor. Modern zaman algılaması neden ve nasıl sosyal hayata hakim olmuştur, değişen nedir? Japonya'da modern zaman algılamasına geçişin kesin bir tarihi var: 1873 yılı. O tarihten itibaren bütün ülkede ortak saat kullanılmaya başlanmıştır. Osmanlılar, hem İslami hem Rumi zaman algılamasını birlikte kullanmışlardı. İslami algılamaya göre yeni gün, güneşin batışıyla başlardı. Rumi anlaşış ise geceyi onikiye, gündüzü de onikiye bölüyordu. Fakat bu anlayışlar, tam bir kesinlik gözetmemişlerdir, buna gerek de yoktu. Bu anlayışlara göre bir gün saati, mevsime göre uzun veya kısa olabiliyordu.

Fatih Sultan Mehmet'in 1456'da Samerkant'tan ünlü yıldız bilimci Ali Kuşçu'yu çağırarak namaz vakitlerini hesaplattığı biliniyor. Fakat bugünkü anlamda her işin kesin başlangıç ve bitiş saatinin "evrensel" bir zaman algılamasına göre hesaplanıp belirlenmesi, modern zamanlara özgü bir cinslik olduğundan, eski kültürlerde/uygarlıklarda böyle bir yaklaşım bulunmuyordu. (En kesin takvim sistemlerini hesaplayan kültür ve uygarlıklarda da bu tür bilgiler, din/bilim adamlarının dar çevrelerinde kalıyor, 'kesin saat' uygulaması sosyal hayata yansımıyordu -mesela Mayalarda böyleydi)

Japonlar bugün "çalışarak ölmek" (hataraki-sugi) gibi bir bela ile karşılaşabilecek ölçüde modern "çalışma/iş" sorunları ile de boğuştuklarından, konu onlar için önemli bir varyanta sahiptir. Bugünkü Japonya'da iş saati ile özel hayata has zamanın sınırları sık sık karışabildiğinden ve bu modern iş hayatına (ve dünyadaki moda laf 'inovasyon'a) uygun olduğundan pek yadırganmıyor -idi. Şimdi, zaman algılaması konusunda eski zamanlara özlem, bundan on yıl öncesine göre çok daha anlaşılabilir bir durum arzediyor. Yeni zaman algılaması, modernizmin dayattığı zaman kavramını sorgulamak yönünde ilerliyor.

Japonlar daha önce, Çinliler ve diğer bazı Asyalı halklar gibi yeryüzündeki en eski takvim geleneğine uygun olarak 12 hayvanlı sistemi kullanıyor ve bunu günün saatlerine kadar uyarlıyorlardı. Bu zaman sistemi, ay takvimine uygun ölçüm sistemiyle de destekleniyordu. 12 Hayvanlı sisteme göre zamanı oldukça kesin ifade edebilirsiniz. Fakat o kadar ayrıntıya gerek duyulmuyordu. Belli saatlerde iş başı yapıp, saat ücreti almak gibi şeyler, belli saatte okula gitmek vs. henüz yoktu -bu tür zaman algılama tarzı kapitalizmle birlikte ortaya çıkmıştır. Japonlar, başarılı modernleşme dönemine rağmen, eski zaman algılama tarzını 1945'e -Savaş sonuna kadar- korumuşlardır ve onu yedek bir zaman algılama tarzı olarak yaşatmışlardır. Örneğin bir Sumo gösterisi (bir tür güreş müsabakasıdır) için kesin bir başlangıç ve bitiş saati olmazdı. Güreşçilerin ve halkın ilgisine göre gösteri uzayabilir veya sona ererdi. Zaman algılamasının saat/dakikaya göre olmadığı yaşam tarzı Türkiye'de çok daha uzun sürdü. Fakat bunun anlamı ve öneminin bilincinde olunmadığından, o zaman algılama tarzı modernizmin gazabına uğradı. Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye ve Japonya'da modernleşmenin bütün tezahürleri, genelde doğru sayılmıştır. Modernleşme Japonlar tarafından tartışıldı ve körü körüne kabul edilmedi. Türkler bu konuda çok daha az tartışmışlardır (ve askeri kaygılar nedeniyle bir çok şeyi hiç düşünmeden kabul etmişlerdir).

Bugün Japonlar bu konuda çok daha bilinçli ve dikkatliler. Kesin olan konu, zamanın kalitesinin dakika-dakika aynı olmadığı, zamanın homejen olmadığı, zaman algılamasının -özünde- sübjektif/öznel olduğu, zamanın bazen 'çabuk' geçtiği, bazen geçmek bilmediği ve zamanın bu eski algılanış biçiminin bilincinde olmanın yaratıcılıkla yakın ilgisinin olduğu, eski zaman algılamasının kesin sınır tanımadığıdır. Bunlardan pek söz etmemekle birlikte, konuyu daha pratik/bilimsel açıdan -Japonya açısından- inceleyen Sonja Gabbani-Hedman'ın ilginç kitabı "Zeitvorstellungen in Japan" dikkate değer. Japonya'da zaman algılamasının nasıl değiştiğini hayat hikayeleri eşliğinde anlatıyor.