1 Şubat 2008 Cuma

"Japonlar niçin ve nasıl terakki etmişler?"

Samizâde Süreyya
13 Ağustos 1917, Kanlıca/Konstantiniyye


Japonlar, neden bu mertebe seri bir terakkiye mazhar olmuşlar? Bundan evvelki tarih dersinde şu noktayı mümkün mertebe tenvire çalıştık. Yazdıklarımız muhtasar bile olsa , kâri'ler belki bir muhbe, bir fikir edindiler. Bunu çok defa tavsiye ettim. Biz madem ki terakki daiyyesinde teali azminde bılunuyoruz, Japonları tetkik etmeli, Japonların esbab-ı terakkilerini araştırmalıyız. Bu o kadar güç bir şey değildir. Fakat istifademiz pek külliyetli olacaktır. Çünkü bizim bugünkü halimiz, Jaopnların ilk terakki devrindeki hallerine çok müşabihtir. Onlar çalıştılar fakat nasıl çalıştılar? Onlar her şeyin intizam tahtına girmesini temin için sarf-ı mesai ettiler. Bu nasıl oldu? Onlar, servet-i memleketi artırdılar, sanayi ve ticarete başka bir feyz, başka bir revnak bahşettiler, ulûm ve maarifi en büyük, en muhteşem şehirlerden tutunuz da en izbe, en tenha köylere varıncaya kadar neşr-ü tâmim eylediler.Fakat bütün bu muvaffakiyyat nasıl ve ne suretle elde edildi? İşte bir sürü sual ki cavapları bizim için ne rutbe faidelidir, ne derece nâfidir... (...)

Japonlar vatanperverdirler; öyle doğarlar, öyle büyürler. Bu hususta ebeveynin masâisi kabil-i inkar değildir. Kilkaten mağrur oldukları için, daima terakki ettiğini, ordularının satvet-i cihangiranesini her milletin tasdik eylediğini görmek isterler. Japonlarda meknûz olan hiss-i gururun menşei, mâbudlar neslinden geldiklerine olan itikattır. Garibi şu ki, ulûm ve maarifin bir derece terakkisine, efkar-ı medeniyyenin bu mertebe taammüm ve intişarına rağmen bu itikatta hâlâ musırdırlar. Yalnız şu fark var; amma-yı gurur Japonları görmekten men etmiyor ve bunlar o gurur-ı millinin verdiği taze kuvvet ile -daha ziyade mağrur olmak için çalışıtorlar, çalışıyorlar.

Bir Japon ataleti sevmez, boş durmaktan haz etmez. Bu faziletlerine zamimeten kanaatkardır da, iktisada ise son derece dikkat eder Esasen bir Japonun hayatı pek basittir. Evlerinin tezyinatı çok sadedir. (...) Öyle bizim bildiğimiz kıymetdar oda takımları, Maroken koltuklar, atlas şezlonglar, cevizden mâmul kütüphaneler, şık çerçeveli aynalar, hülasa bütün bu altın düşmanı müzeyyenat yoktur.

Ma'işet cihetine gelince, Japonlar alel-ekser pirinç, balık ve biraz da sebze ile karınlarını doyururlar. Kukletler, biftekler, baklavalar, irmik helvaları, kuzu dolmaları, daha bilmem neler Japonların meçhulüdür. (...)

Eğlenceye gelince, Japonlar alel-umum tabiattan hoşlanırlar. Kırlarda gezmek, o latif krizantem bahçeleri arasında dolaşmak, kiraz ağaçları altında kır alemi yapmak Japonların en büyük eğlencesini teşkil eder. japonya'da kiraz ağaçlarının çiçekleri pek hoştur, rengi kırmızı, heyet-i mecmuası latiftir. İşte bu alemdir ki, Japonları şair eder. (...)

Tabiatın ilhamâtı Japonları hakiki sadeliğe, tabiiliğe pek çok yaklaştırmıştır. Japon sanatı -her türlü tekemmülatıyla- bugün gayet sadedir ve sadeliğiyle beraber gayet güzeldir, çünkü tabiidir ilâ-ahire demiştik.

Görülüyor ki Japonlar, eğlence hususunda muktesittirler. Avrupalılar gibi, Amerikalılar gibi operalara, tiyatrolara, konserlere altın saçmazlar. Muaşakaları bile tabii ve sadedir. Gerçi Japonların kendilerine mahsus tiyatroları, kendilerine mahsus sazları ve sazendeleri vardır. Fakat bunları görmek ve dinlemek için bir Japon, -Avrupa'da olduğu gibi- külliyetli para sarf etmez, sarf etmek ihtiyacı hissetmez ve bütün bunlardan ziyade onu eğlendiren güzel bir Krizantem, hoş bir manzaradır. (...)

Japonlar, medeniyyet-i garbiyyenin intişarına bidayet-i emrde muarız görünmüşler, Avrupalılar'la temasda büyük tehlikeler tevehhüm etmişlerdir. Hatta tarih bahsimizde de görüleceği üzre Avrupalılar ile muahedeler akd eden rical-i hükümete pek çok tarizatta bulunmuşlar, ihtilâle bile kıyam etmişlerdir. Onlar böyle bir reh-i nâ-hemvâra sevk eden esbâb ve avâmil nedir? Japonlar neden bu yeni hayatı sevmiyorlar veyahut sevmek istemiyorlardı? Çünkü onlar öyle zannediyordu ki, Avrupalılar ile temasta bulunur bulunmaz vatanları elden gidecek, kendileri de ribka-i esâret altına girecekler. Henüz garb medeniyyetinin neden idâret olduğunu anlayamamışlardı. Binâenaleyh fevâidini takdir edemiyorlardı. Fakat bildiğimiz gibi elîm mecburiyetler karşısında bulundular. "Ya bu deveyi gütmeli, ya da bu diyardan gitmeli" darb-ı meseli aynen kendilerine sâdık oldu. Netice itibarıyla devenin güdülmesine karar verildi. Fakat bî-tarafâne söylemek icab ederse denilebilir ki, deveyi cidden âkilene ve hâkimane bir surette güttüler. Bu karar verildikten sonra görülür ki, Japonlar hiçbir hususta taassup göstermediler. Çünkü garb medeniyyetinin tatbikiyle memlekette yeni bir eser-i hayat uyanmaya başlamıştı. Kâhinler ve rüesâ-yı rûhaniyye bile yeni medeniyeti alkışlıyorlar, memleketlerinin fevz-u felâhını gördükçe ahaliyi teşvik bile ediyorlardı. (...) Esasen Japonlar, taassup nedir bilmezler. Taannüd ve taassup göstermediler. Bir şey ki iyidir, tatbîkatından faideler melhuzdur, derhal onu aldılar ve hayat-ı içtimaiyyelerine, hayat-ı medeniyyelerine uydurmaya çalıştılar. "Buddha buna muarızdır" yahut "Bu şey dinimizle taban tabana zıttır" gibi gülünç fikirlerde bulunmadılar. Esasen Japonlar felsefeden pek çok hoşlanmazlar. Onlar pratik bir millettir. Nazariyyat ile hiç alakaları yoktur. Çam sakızı gibi bir fikre saplanıp kalmazlar. Bugün Japonya'da felsefenin terakki edemeyişi ve filozof yetişmeyişi sırf bu sebeplerden ileri geliyor. (...)

Maamafih Japonlar, garbın alel-ıtrak her şeyini taklit ve tatbik etmiyorlardı. Mesela bir Japon İngiltere'nin Oxford veyahut Amerika'nın Kolombiya Darülfünûnun'da on sene okuduğu ve hayata mümkün mertebe alıştığı halde memleketine avdet eder etmez derhal üzerindeki Avrupa kostümünü atıyor ve kendi milli kimonosunu büyük bir ibtihaç ve sürûr ile giyiyordu. Çok dikkat ettim, müddet-i medîde Avrupa memleketlerinde yaşamış bir Japon ile Japonya'dan hiç dışarı çıkmamış diğer bir japon'un etvâr-u harekâtı, tarz-ı telebbüsü birbirinden farksız.

Ne şayan-ı gıpta halet-i rûhiyyedir; bir Japon Avrupa'dan memleketine avdet ettiği zaman daima büyük bir nefes alır. (...) Gittiği yerlerde temessül değil temsil etmiş, milliyetinin kendisine ait olan kısmını muafaza etmiştir. Hiçbir zaman Avrupalılaşmayı hatır-u hayaline getirmemiş, beyhude şeylerle uğraşmamıştır. Onun yegane gayesi, yegane emeli, kendisini ilmen, fennen teçhiz etmek ve avdetinde memleketini müstefid kılmaktır. Frenkleşmek daiyesinde bulunan tek bir Japon yoktur ve olamaz. Böyle nadide ve cidden şayan-ı gıpta zihniyet taşıyan bir millet her halde şayan-ı takdir ve taklittir. (...)

Japonlar'ın neden bu kadar seri bir şekilde terakkiye mazhar olduklarını muhtasar bir surette izaha çalıştık. Ümit ederiz ki maksat hasıl oldu ve kâriler de bu hususta bir fikir edindiler. Şimdi bu kavmin terakkisini temin eden esbabı icmal edelim;

Gurur-ı millinin bahş ettiği azim ve kuvvet.

Atâlete olan gayz-u nefret.

Hilkaten kanaatkar oluşları.

Hayatın ucuzluğu, tezyinatın ehveniyyeti.

Tabiata olan meclubiyyet, hevâ-perestane ezvâka adem-i rağbet.

Efkar-ı medeniyyenin, terakkiyyat-ı asriyyenin mevani-i dîniyye ve ananeviyyeye maruz kalmaksızın serian inkişaf ve intişarı.

Hükümetin erbab-ı istidat hakkında teşvikârâne bir siyaset takip edişi.


Samizade Süreyya'nın Eylül 1917'de İstanbul'da yayımlanan "Day Nippon / Büyük Japonya" adlı kitabından.