16 Aralık 2008 Salı

1905 Tsushima Savaşı ve Rusların Japon korkusu


"Askeri tarihçilere göre modern tarihin ilk modern deniz savaşı, 1905'te Rus ve Japon donanmaları arasında Tsushima'da gerçekleşmiştir" türünden cümleler okuyabilirsiniz. Bunların tamamı, okuduklarınızdan fazlasıdır. Bu savaş da böyle kuru bilgilerle geçiştirilemeyecek kadar önemli. Modern zamanlarda Uzakdoğulu/Asyalı modern bir gücün Batılı bir gücü yenmesinin ilk örneği olan 1904-1905 Japon-Rus savaşına daha önce de değinmiştik. Bu savaşta Japonların uyguladıkları savaş stratejileri ve özellikle taktiklerin, Birinci Dünya Savaşı'ndaki modern savaş biçimine doğrudan etki yaptığını da vurgulamıştık. Bunun doğrudan nedenleri de vardır ve bunların başında -herhalde- askeri alanda Alman/Prusya ekolünün modern Japon ordusunun kurulması ve eğitilmesindeki büyük rolü gelmektedir. Aynı ekol, modern Osmanlı/Türk ordusunun kurulmasında ve eğitilmesinde da başrol oynamıştır. Yaşlı Almanlar, Birinci Büyük Savaştan sonra teslim olmayıp yeni bir (Kurtuluş) savaşı başlatan ve üstelik bir de zafer kazanan, sonra masaya oturup Lozan'da yeni şartlar dayatan, savaş yenilgisi anlaşmalarını yırtıp atan Türklere hayranlık duyarlar. Benzeri hayranlığın, 1905'deki Rus yenilgisinden sonra Avrupa'da Japonlara karşı da duyulduğu anlaşılıyor. Fakat bu hayranlık, korkuyla karışık bir hayranlıktır ve bu yüzden pek açık ifade edilmemiştir.

Tsushima deniz savaşı, bu korkuyla karışık hayranlığın zirve noktasını oluşturur. Çünkü Rusların donanması Baltık Denizinden yola çıkıp Akdeniz'e hiç girmeden koca Afrika kıtasının etrafından dolaşmış ve Kore yarımadası ile Japon adalarının birbirine en yakın oldukları bölgenin ortasındaki Tsushima adası açıklarında Japon donanması ile kapışmıştır. Burada aslında "kapışmışlardır" değil, "Japonlar, Rus gemilerinin hepsini teker teker batırmışlardır" demek daha doğru olur. Koca Rus donanmasının denizin dibini boyladığı bir av. Japonlar bunu, kendi buldukları T-Usulü savaş ile başarmışlardır.

Oraya gelmeden üzerinde durulması gereken en ilginç konu, 1904-1905 savaşı sırasında Ruslara hakim olan Japon korkusunun kadir olduğu traji-komik olaylardır (burada gereksiz milliyetçiliğe ve Rus düşmanlığına neden olmamak için belirtmekte yarar var: Rusların bu dönemdeki Japon korkusu, tıpkı Türklerin Balkan Savaşındaki Bulgar korkusuna benzer. Bulgarlar bu korkunun farkına varmamıştır. Varsalardı Çatalca'yı geçip İstanbul'a girebilirler ve çok daha önce Edirne'yi alabilirlerdi). Japonlar, bu korkunun farkındaydılar ve bugüne dek pek netleşmiş olmamasına rağmen, bu korkuyu artıracak operasyonlar yaptıkları da düşünülebilir. -Nihayet bu konuda mesela özü gizli savaş demek olan ve Bujikan/Ninja öğretilerine dayanan zengin bir savaş deneyimine sahipler.

Port Arthur'u kuşatan, Rus ordusunun tüm ikmal yollarını kesen ve Rus gemilerini de Port Arthur limanına hapseden Japon donanmasını limanın önünden uzaklaştırmak işi Baltık Donanmasına verilir. 18 bin deniz mili yaparak ulaşacağı hedefe doğru ilerleyen Rus donanmasının başına gelen ilk olay, İngiltere açıklarındadır. Hemen belirtelim: Rus donanması, dönemin en modern savaş gemilerine sahipti. Gemilerden altısı, daha birkaç yıl önce denize indirilmişti. Japon gemilerinin ise tamamı, 19'uncu yüzyıl sonlarına doğru üretilmiş daha eski gemilerdi ama iyi silahlandırılmışlardı.

Japonların koca Rus ordusunu Port Arthur'da kapana kıstırıp hareketsiz bırakması, Rusları son derece kuşkucu ve ürkek yapmıştı. 'İkinci Pasifik Filosu' adıyla 15 Ekim 1904'te Libau'dan denize açılan Rus donanmasına, amiral Zinovi Petroviç Roşestvensky komuta ediyordu. Daha bir gün sonra, 16 Ekim akşamı gemiler alarm vaziyetine geçti. Gerekçe ilginçti: Japon gemileri! İngiltere açıklarında Japon torpido gemilerinin ne aradığını sormak -o ruh haliyle- pek mümkün olmamış demek! (Orada sahiden Japon gemileri var mıydı?.. Bu soruyu Japonlar bugüne kadar kesin bir dille asla yanıtlamamışlardır)

21 Ekim gecesi 21.00 sularında 'Kamçatka' gemisi, yeniden Japon torpido botları gördüğünü bildirir. Sabaha karşı Bir sularında, bu esrarengiz "gemi"lerden biri bir sinyal ışığı fırlatır. Işık Ruslar tarafından yanlış yorumlanır. Gemilere projektörler tutulunca, bunların balıkçı gemileri olduğu görülür ama -birşeyi anlayamayınca!- altında hemen bir komplo teorisi aramak konusunda Türklerden aşağı kalmayan Ruslar, gördüklerine inanmazlar. Rus gemilerinden Knyas Suvorov, emir-memir beklemeden balıkçı gemilerine ateş açar ve hemen komuta kademesi tarafından uyarılır. Bu arada Rus Aurora gemisi, balıkçı gemilerine yaklaşmıştır. Ruslar, kendi gemilerini Japon gemisi sanarak ateş açarlar ve gemiyi yaralarlar. Bağrış-çığrış bu saçmalık durdurulduğunda gece saat Birdir ve 10 dakika içinde birçok Rus gemisinden yüzelliiki milimetrelik beşyüz top atışı yapılmış, ağır makinalılar da binsekizyüz mermi yakmıştır. Mermilerin neden oldukları kıyım ise büyüktür. İngiliz balıkçı gemisi Crane derhal batar. Beş balıkçı gemisi de yaralanmış, batmak üzeredir. Batan gemiden kurtulup suyun üzerinde kalmaya çalışan balıkçıları kurtarmak için denize açılan flikalar Ruslar tarafından farkedilir. Birbuçuk'ta Rus gemileri yaptıklarını anlamış olacaklar ki, "hiçbirşey olmamış gibi" yollarına devam ederler -yaralı balıkçılara yardım etmek, özür dilemek falan hiçbirinin aklına gelmez (belki de hâlâ Japon tuzağından korkmaydılar). Tek bir Rus denizcisi denize açılıp yaralı ve perişan balıkçılara yardımı düşünmez.

Olay elbette büyük yankı uyandırır. İngiliz basını Ruslarla hem alay eder. Amiral Roşestvensky'ye, "aptal/sersem köpek" anlamına gelen "mad dog" lakabını takar ve saldırıyı acımasızca eleştirir. Olay büyük bir diplomatik soruna dönüşür, daha sonra Rus filosunun subayları, mahkemelerde yemin billah ederek Japon gemilerinin saldırısına karşı filosunu koruduğunu iddia edecektir. İngiliz donanması Rus donanmasının peşine düşer ve onu İspanya'nın kuzey-batı ucundaki Vigo limanında kıstırır. Ruslar gemilerine kömür de alamaz ve ancak diplomatik masabaşı çatışmasından başı eğik çıkıp gemilerini yüzdürebilirler. Rusya, olayın İngiltere tarafından etraflıca araştırılmasına izin verir. Araştırma komisyonunda Rus ve İngiliz amirallerinin yanısıra, ABD, Avusturya-Macaristan ve Fransız amiralleri de bulunacaktır.

Ruslar bu olayın utancıyla yollarına devam ederler ve Afrika'nın etrafından dolaşarak Tsushima'ya gelirler ama onları bir sürpriz beklemektedir.

Rusların hedefi, oradan geçerek Rus limanı Vladivostok'a ulaşmak ve orayı direnişin yeni merkezi haline getirmektir. Rus filosu biraz yol azıtarak başka bir rota çizebilirdi, fakat kömür sıkıntısı, gözlerini Japonlardan daha çok korkutmuş olmalıdır. 27 Mayıs 1905 günü güneş doğarken, Rus filosu, Japonlar tarafından Kore yakınlarında görülmüşlerdir. Hemen Amiral Togo Heihachiro durumdan haberdar edilmiştir. Amiral Togo, derhal, hemde sadece kendi gemisiyle, bulunduğu Kore sahillerinden Japon sahillerine doğru yola çıkmış, Japon sahillerini korumayı esas almıştır.

Büyük Türk kadınlarından Halide Edip Adıvar, bu savaştan sonra doğan oğluna boşuna Togo adını vermemiştir. Amiral Togo o gün, Rus donanmasının üzerine gitmeyerek düşmanı şaşırtmıştır. Beklendiği gibi gitseydi, gemiler birbirine paralel hatlarda durarak veya yan yana geçerek birbirlerine ateş edeceklerdi ve o zamanlar bilinen türde malum bir deniz savaşı olacaktı. Amiral Togo, Rus gemilerinin geldiği istikamete 90 derecelik bir açıyla ve Japon gemilerini birbirinin ardı sıra dizerek ilerlemiştir. Bu durumda filonun önünü enlemesine kesmiş ve düşmanla arasında bir 'T' şekli oluşturmuş oluyordu. Bu durumda iki filo sanki kapışmadan geçip gidecekmiş gibi bir intiba uyanıyordu. Bu garip durum Rusları kuşkulandırmış derhal hız kesmişlerdir. Hatta gemilerden bazıları durmuştur.

Saat 13.50'de Amiral Togo ateş emri verdiğinde, tarihin en orijinal savaşlarından birinin yaşandığını önce Ruslar anlamıştır. Bu pozisyonda aynı anda ateş eden Japon gemileri, kendilerine doğru gelen Rus filosunun en öndeki yakın gemisine nişan alıyor ve batırıyorlardı. Tek bir gemiye/noktaya böylesine yoğunlaştırılabilecek bir ateş gücüne karşı koymak bugün de mümkün olmasa gerek. Ruslar, dikine ilerleyen gemilerinden yoğun ateş edememişlerdir. Teknik ve pozisyon olarak bu mümkün değildi. Akşam saat 17'de, savaşın sonucu belliydi, kısa süreliğine toplar sustu. Çünkü dumandan hiçbir şey görülmüyordu. Rus donanması, T-Savaşı karşısında güneye doğru çekilmeye çalışan Rus gemilerine yaklaşan Japon gemileri, saat 18'de ateşe yeniden başladılar. Bir saat sonra en büyük Rus gemileri Alexander III ve Suvorov, bütün mürettebatıyla birlikte battı. Onları Borodino gemisi izledi. Komutayı Amiral Nebogatov üslendi ve oradan başka yoldan çıkarak Vladivostok'a ulaşmayı geceleyin denedi. Bu olasılığı önceden hesaplamış Japonlar, kurdukları torpido tuzağıyla o gece altı gemi daha batırdılar.

28 Mayıs günü geriye kalan Rus gemileri ve kuvvetleri Japonlar tarafından bir ölüm-kalım savaşına zorlandı. Sadece torpido botları direniş gösterebildi. Kore sahillerine ulaşıp kurtulmaya çalışan gemiler de batırıldı. Geriye 32 Rus savaş gemisinden savaşabilecek durumda sadece dört büyük savaş gemisi ve üç küçük bot kalmıştı. Sabah 10.30'da gemiler, geriye kalan mürettebat ve birkaç Rus amiraliyle birlikte teslim oldular. Sonra yargılandılar ve hepsi hapse atıldılar.

Vladivostok'a sadece bir tek Rus gemisi, İsumrud ulaşabildi. Bu gemi hızı sayesinde teslim olmadan kurtulabilmiştir. Ama geminin askerleri, gemi Vladivostok'a ulaşmadan kısa bir süre önce bir kayalığa dalarak hasarlanınca İsumrud'u batırdılar. Teslim olmaktan kurtulabilen bir başka gemi Filipinlere kadar ağır aksak kaçıp oraya sığındı. Wladivostok limanına kadar gelebilmek, sadece bir torpido botuna ve amiralin yatına nasip oldu! Kısacası, koca Rus donanması yokolmuştu. Bu kayıp, Port Arthur yenilgisiyle birlikte Rus Çarlığının üzerine bir karabasan gibi çöktü ve 1905 Rus ihtilali bu atmasforde başladı. -Süreç, 1917 Bolşevik ihtilaline ve Çarlığın ortadan kaldırılmasına kadar sürdü.

11 Aralık 2008 Perşembe

Mitsui三井 ve kapitalizm öncesinden sonrasına firma olmak


Bir Japon atasözüne göre “Yaşlı atlar yolunu kendi bulur”. Japon sosyal kültürünün yaslandığı bilgelerden Kong Fuzi (Konfiçyüs) de, “Başkasının yolunu izlemek tehlikelidir” der. Finans krizinin giderek bir ekonomi ve sistem krizine dönüştüğü günümüzde, kulak ardı edilmemesi gereken sözler. Aralık ayı başında ABD'nin resesyona girdiği neredeyse resmen ilan edildi. Ondan önce Kasım ortasında Japon ekonomisinin resesyona girdiği açıklanmıştı. 2008'in ikinci çeyreğinde yüzde 0.9, üçüncü çeyreğinde yüzde 0.1 küçülen Japonya, bu durumdan çabuk kurtulacak gibi de görünmüyor. Japonların böyle durumlarda kendi yolunu bulup izlemekte mahir yaşlı atları var. Bunların arasında en ilginç olanı, dörtyüz küsür yıl önce kurulmuş olan Mitsui firması. Yani Japonya'da kapitalizm henüz yokken kurulup, ülkenin özgün (milli) kapitalistleşme sürecine uyum sağlamış, hatta bu gelişmeyi bir çok konuda doğrudan etkilemiş büyük bir özel ekonomik yapılanma 'Mitsui Gurupu'.

Global krizin sistemi kökten sarsması durumunda, kökü kapitalizm öncesine uzanan eski kurumların değişim (ve yeni olana uyum) kalitesi konusundaki tecrübelerinden yararlanmak çok önemli olabilir. Böyle tecrübeler, kriz karşısında geleceğe uzanabilecek olası postkapitalist değişimler konusunda da önemli olabilirler. 'Yaşlı atları' iyi izlemek gerekir.

Günümüzde 800 kadar firmadan oluşan Mitsui grubu, 21'inci yüzyıl başındaki yüz milyar Dolarlık cirosu ve üç milyonu aşkın çalışanıyla dünyanın en büyük birkaç firmasından biri. Mitsui ailesine ait olmakla birlikte, tamamen bağımsız yönetilen bu firmalar arasında Toyota, Toshiba gibi dünyada herkesin bildiği popüler isimler de var. Ve kriz dönemine uyum kapasiteleriyle yeniden şaşırtıyorlar. Aynı gruptan Mitsui & Co., güncel finans krizine rağmen Kasım ortasında Tokio borsasında en çok kazanan bir numaralı firmaydı, -hem de 2007 Aralığından beri Nikkei endeksinin yüzde elliden daha fazla düşerek değer kaybetmesine rağmen.

Resesyon, tüm OECD ülkelerinde kendini hissettiriyor. Japonya, bu ülkeler arasında en iyi durumda olanı. Japonlar, Tenno (İmparator) Hirohito'nun 63 yıllık hükümdarlık süresi (Showa devri) sonunda 1989'da yaşadıkları ani düşüş ve onu izleyen kriz dönemindeki kadar çaresiz görünmüyorlar. Önemli bir bilgi birikimi söz konusu. Dünya basınında yorumcular, Japonya'nın diğer ülkelere göre krizden daha az zarar göreceğini söylüyorlar. Bu hiç de şaşırtıcı olmaz. Japonya kendi ekonomik krizini, uzun vadeli kamusal devlet yatırımları yaparak ve kamusal harcamaları artırarak, aştı. Şimdi yaşanan kriz, yerel değil global olduğundan, bu doğru politikanın devamı da düşünülmek zorunda. Uzun erimli yatırımların esas olduğu finansal yapıya uygun yeni bir para ve mali sistemin kurulması, giderek bir zorunluluk haline gelebilir.

Japonya'da para sistemi ve bankacılık konusunda en tecrübeli özel kurumların başında kuşkusuz Mitsui geliyor. Japonya'yı 1543'te ilk keşfeden Batılılar Portekizlilerdi ve o tarihten itibaren Batı ile Japonya arasında giderek yoğunlaşan bir ticaret başladı. Ta ki Katolik misyonerler Japonları Hristiyan yapmaya kalkıncaya ve ülkeyi yöneten genelkurmay başkanı (Shogun) Ieyasu tarfından ülkeden kovuncaya kadar. Hollandalılar ve Almanlar dışındaki bütün Avrupalı tüccarların büyük sorunlarla karşılaştığı bu dönemin daha ikinci yılında bir Samurai, aile mabedinde hayatının kararını verdi ve eline bir daha kılıç almayacağına, savaşçı Samurai sınıfına mensup olmanın getirdiği imtiyazlardan feragat ederek artık ticaretle uğraşacağına yemin etti. Bu kişinin adı Sokubei Mitsui idi.

1100'lü yıllardan beri savaşçı Samurai sınıfına dahil olmuş Mitsui ailesinin reisi Sokubei'nin1616'da bir 'şehirli vatandaş' (chonin) ve bir tüccar olmaya karar vermesinin altındaki baş neden, Japon iç barışının yeniden tesis edilmesi ve savaşçılara duyulan ihtiyacın azalmasıydı. Yerel Beyler arasında uzun yıllar süren savaşların ardından 1603 yılında Japonya'nın birliğini sağlayan Tokugawa Shogun'u İeyasu, yeni bir ekonomik istikrar devrini de başlatmıştı. Sokubei tüccarlıkta, kılıç kullanmak kadar mahir değildi. Pirinç şarabı ve soya sosu satarak başlattığı tüccarlık macerası başarısız oldu. Ancak onun ölümünden sonra, karısı ve küçük oğlu Takatoshi sayasinde Mitsui büyük bir 'tüccar aile' (Zaibatsu) olabildi.

Mitsui, daha kapitalizm öncesi dönemde, daha sonra kapitalizmle özdeşleşecek yöntemler geliştirmiştir. Daha 1700'lerin başında Edo'da (Tokio) kurduğu Japonya'nın ilk alışveriş merkezinden alışveriş yapan müşterilerine şemsiye hediye ediyordu. Tabii her şemsiyenin üzerinde kocaman bir Mitsui logosu bulunuyordu. Mitsui, dış etkiyle (ve kendi dinamiğiyle) kapitalizme yönelen Japonya'da birçok yenilik arasında reklamcılığı da başlatan ilk kurum sayılıyor.

Mitsui'nin tarihindeki en ilginç yan, Japonya'da kapitalizme ve ona has yoğun (faiz ve spekülasyonla çoğalabilen ulusal) para kullanımına geçişin Mitsui özelinde incelenmesine olanak sağlamasıdır. Japonya'da ülke çapında ulusal para sistemi ve Japon Merkez Bankası 'Nihon Ginko' 1868'de kuruldu. Ondan önceki Tokugawa Shogun'ları devrinde ülkede çok sayıda yerel para birimi kulanılmaktaydı. Farklı para birimlerinin değiş-tokuşu bir sorun teşkil ediyordu. Ama bu durum, eski dönemlerde kendine özgü olumlu bir faktör olarak da kullanılmıştır. Bu sayede örneğin 10'uncu ile 13'üncü yüzyıllar arasında Avrupa'da eksi-faiz uygulanabilmiş, özgün bir kültürel uygarlık ve refah devri yaşanmıştır. Türkiye'de Osmanlıların paranın değerini mütemadiyen düşürmeye başladıkları Birinci Murat devrine kadar da benzeri bir durumdan söz edilebilir. Mitsui, ülke çapında ilk para değiş-tokuşu büroları ağını kurmuş, bu konuda hükümdar Shogun'un güvenini kazanmıştı. Ülkenin para sistemine etkisi böyle başladı.

Takatoshi Mitsui, Shogun'un başkenti Edo ile Osaka arasında her seferinde onlarca öküz arabası ile taşınan yüklü miktardaki nakit parayı ve para trafiğini haydut saldırılarından korumak için ilk havale sistemini geliştirdi. Takatoshi'nin önerisi üzerine Shogun parayı, üretim merkezi Osaka'daki Mitsui temsilciliğine veriyordu. Bu para ile Mitsui çeşitli şeyler üretiyor, malların büyük bir kısmı da elbette Edo'da satılıyor ve kazanılan paradan Shogun'un parası kuruşu kuruşuna kendisine geri veriliyordu. Para bu yolla tehlikesizce başkente ulaştırılmış oluyor, ayrıca ekonomiye ve tabii Mitsui ailesine katkıda bulunuyordu. Önceleri parasını altmış gün içinde isteyen Shogun, sonra bu süreyi iki misli uzattı. Mitsui'nin kurduğu para trafiği faizsiz işliyordu ve bu sistem sayesinde 1683'te faizsiz Mitsui bankası kuruldu ve birkaç yıl içinde Japonya'nın en saygın bankerlik kurumu haline geldi. Mitsui'nin kapitalizm önceki dönemde en çok dikkat ettiği diğer konular, karı düşük tutmak, mütevazilik ve devlete mutlak sadakatti. Taketoshi, bu ilkeleri ve Mitsui'nin nasıl yönetileceğini içeren ayrıntılı bir aile yasası yazmıştır. 18'inci yüzyılın en başından itibaren uygulanan bu yasanın 'devlete sadakat' ilkesi, Shogun'lar devrinin sonunda Mitsui'nin mahvına sebep olmak üzereyken revize edilmiştir. Mitsui, tasfiye edilen Shogun yönetimi ile modernleşme yanlısı Meiji hükümeti arasında kalmıştı.

Mitsui'nin bu zor dönemdeki en büyük 'şansı', 1866'da Hachiroemon Takahira'yı bulup, ailenin Shogun'la yürüttüğü para ilişkilerinin başına onu getirmesidir. Esrarengiz Hachiroemon, para işlerinin Mitsui'nin bütün diğer işlerinden bağımsız işlemesi gibi kapitalizme özgü tipik bir öneriyle işe başlamıştır. Nereden geldiği ve kim olduğu bilinmeyen bu adam, bugün, Japon kapitalizminin babası sayılıyor. Aile dışından birinin böylesine önemli bir pozisyona getirilmesi bir ilkti. Aile kendisini daha sonra evlatlık edinmiştir.

Shogun yönetimi 1868'de sona erdi ve hızlı bir modernleşme başladı. Meiji hükümeti, tecrübesine güvenerek finans işlerini önemli ölçüde Mitsui'ye bıraktı. Her Mitsui temsilciliği, Hong Kong ve Shanghai temsilcilikleri de dahil olmak üzere Japon devlet bankası şubesi gibi işlemeye başladı. Bunda Mitsui'nin gelişmelerin istikametini görerek tam zamanında modernleşme yanlılarının safına geçmesi de büyük rol oynamıştır.

Mitsui'nin Japonya'nın en büyük dört aile firmalar topluluğu arasına katılarak Türkiye'deki Koç, Sabancı, Eczacıbaşı vd. gibi her dalda iş yapan büyük gruplardan biri haline gelmesi, 19'uncu yüzyıl başında kesinleşmişti. Mitsubishi, Sumitomo, Yasuda gruplarıyla rekabet eden Mitsui, 1910'da yüzyirmi farklı ürünün üretimi ve ticaretiyle uğraşmaktaydı. Bunlar, finans alanından kömüre, oradan ticarete, sıradan eşya ve tekstil üretimine kadar geniş bir alanı kapsıyordu. Aynı dönemde Kore'nin sömürgeleştirilmesi ile birlikte, Güney Amerika'ya kadar uzanan bütün dünyada Mitsui temsilcilikleri kurma girişimleri de başladı.

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ABD işgal yönetimi, Mitsui ile birlikte diğer üç büyük aile grubunu (Zaibatsu) lağvetti. Bugünkü haliyle Mitsui, bir firmalar topluluğu olarak (Sogo Shosha) 1947'de yeniden kurulmuştur. Mitsui & Co. halen, Japonya'nın ikinci büyük Zaibatsu'sı. 67 ülkede 158 temsilciliği bulunuyor. Kömür, demir ve petrol fiyatlarının yükseldiği 2008'in ikinci çeyreğinde Mitsui'nin karı, yüzde 94'lere çıkarak tüm Japon firmalarını geride bıraktı. Japonya'nın üçüncü büyük bankası Sumitomo Mitsui Financial, 2008'in ilk sekiz ayında 319 milyar Yen (üç milyar Dolar) kar eti.

Mitsui örneğinde olduğu gibi eski/köklü ticari kuruluşların sadece üçyüz yıl öncesinden başlayarak kapitalist sisteme uyum aşamsında değil, sistemin ve sistem krizinin ötesine doğru postkapitalist anlamda da seçenekler geliştirmeleri beklenebilir. Önyargıları bir yana bırakıp yaşlı atları gözlemekte, izlemekte fayda var.

14 Kasım 2008 Cuma

Şahin Alpay / Türk-Japon ilişkilerinin geleceği

Türk-Japon lişkilerini ele almadan önce dün kaldığımız yerden devam edersek: Japonya halen nükleer enerjiden en çok yararlanan ülkelerden biri.

ABD (104) ve Fransa'dan (59) sonra en çok nükleer santrala sahip olan ülke. Tüketilen elektriğin yaklaşık % 30'unu üreten 55 nükleer santral var ve bir adet yeni santral inşa halinde. Ne var ki, 1999'dan bu yana meydana gelen bir dizi kaza ve kazaların örtbas edildiğine dair haberler sonucunda kamuoyunun nükleer enerjiye olan güveni sarsılmış durumda. 1990'da nükleer enerjiye destek % 55 düzeyinde iken, 2002 yılında % 19 düzeyine indi; halkın üçte ikisi yeni santral yapılmasına karşı tavır aldı. (Bkz. "Fatal accidents damage Japan's nuclear dream / Ölümlü kazalar Japonya'nın nükleer rüyasına zarar verdi", Observer, 22 August 2004.)

Japonya'daki nükleer santrallardan üreyen ve binlerce yıl saklanması gereken yüksek derecede radyoaktif nitelikteki tüketilmiş yakıtlar, geçici olarak Rakkasho'daki bir geçici depolama tesisinde birikiyor. Bu soruna kalıcı bir çözüm, Japonya'da da bulunabilmiş değil. Rakkasho'da tüketilmiş yakıtların tekrar kullanılabilmesi için bir yeniden işleme tesisi kurulmakta. Hizmete girmesi sürekli ertelenen tesis, yılda bin atom bombası üretmeye yetecek miktarda, yani 8 ton plutonyum üretebilecek.

Kuzey Kore'nin 2006'da nükleer bomba denemesi yapmasından sonra Japonya'nın da nükleer silahlara sahip olmasının gerekip gerekmediği sorgulanmaya başladı. O sıra Dışişleri Bakanı olan, şimdiki Başbakan Taro Aso'nun bu konuda tartışma açılması çağrısında bulunması üzerine, muhalefet partileri azledilmesini istediler. Başbakan Shinzo Abe çağrıları reddetti, hükümetinin nükleer silahlara sahip olmayı düşünmediğini, ama bu konunun tartışılmaz olmadığını da ifade etti. (Japan Times, 9 Kasım 2006)

TÜRKLER VE JAPONLAR

Asya'nın iki ucunda yer alan Türkiye ile Japonya arasında tarihî bir dostluk var. İki ülke birbirleriyle hiç savaşmadılar. Türkiye'de dünyanın birinci eğitim, ikinci ekonomik süperdevleti olarak Japonya'ya yaygın bir hayranlık olduğu muhakkak. Çeşitli kamuoyu yoklamaları Japonya'nın yabancı ülkelerin en sevilenleri arasında yer aldığını gösteriyor. Japonlar arasında da Türkiye olumlu bir imaja sahip. 2003 Japonya'da "Türkiye Yılı" ilan edildi. Bu kapsamda Tokyo'da açılan "Türkiye'de Üç Büyük Medeniyet: Hitit, Bizans, Osmanlı" sergisi büyük ilgi gördü ve yaklaşık 1 milyon ziyaretçi çekti. 2010 da Türkiye'de "Japonya Yılı" olarak kutlanacak.

Türkiye ile Japonya arasındaki ekonomik ilişkiler istenilen düzeyde olmaktan uzak. Tokyo Büyükelçimiz Sermet Atacanlı'dan aldığım bilgilere göre, ticari ilişkiler Japon firmalarının girişimleriyle yürüyor. Önde gelen Japon firmalarının 40 yıldır Türkiye'de temsilcilikleri mevcut. Buna karşılık Türk firmalarının Japonya'da temsilcilikleri bulunmuyor. TÜSİAD'ın böyle bir temsilcilik açması söz konusu.

İki ülke arasındaki ticaret hacmi potansiyelinin çok altında. Bunu en önemli nedeni özellikle Japonya'ya yapılan ihracatın düşüklüğü. Türkiye'den Japonya'ya yapılan ihracat 2003-2007 arasında 209 milyon dolardan 367 milyon dolara çıktı. Aynı dönemde Japonya'dan yapılan ithalat ise 1 milyar 389 milyon dolardan 2 milyar 752 milyon dolara yükseldi. Türkiye'ye gelen Japon yatırım sermayesi de potansiyelin çok altında. Japonya, Türkiye'de doğrudan yatırım yapan ülkeler arasında ancak sekizinci sırada geliyor. Başta gelen yatırımcı şirket Toyota'nın Japonya dışındaki en başarılı yatırımı Türkiye'de. Toyota'nın Türkiye'deki üretiminin % 90'ı AB'ye ihraç ediliyor. Toyota'nın başarısı üzerine Honda ve Isuzu da Türkiye'deki yatırımlarını genişletme kararı aldı. Otomotiv sanayiİ dışında Japon elektronik firmalarının da Türkiye'ye ilgisi artmakta. İstanbul Boğazı Raylı Tüp Geçiş Projesi, Japon Uluslararası İşbirliği Bankası kredisi ve mühendisliğiyle inşa ediliyor. Aynı banka İstanbul'da köprülerin ve viyadüklerin depreme dayanıklı hale getirilmesi projesinin finansmanına da katılıyor.

Türkiye'nin her yıl yurtdışına giden 17 milyon Japon turistten aldığı pay artıyor. 1990'ların ortalarında Türkiye'ye 100 bin dolayında Japon turist gelirken, 2007'de bu sayı 170 bine ulaştı. Bu sayı Fransa (700 bin) ve İspanya'ya (365 bin) göre az, ama Mısır (129 bin), Rusya (84 bin) ve Yunanistan'a (58 bin) göre hayli yüksek ve daha da yükselme eğiliminde. Türkiye'den Japonya'ya giden turist sayısı ise vize olmadığı halde geçen yıl 7 bini aşamadı.

Japonya'da 6-7 bin dolayında Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı yaşıyor. Bunların yaklaşık yarısı, ağır ve kötü işlerde çalışan kaçak işçilerden oluşmakta. Son yıllarda Japon üniversitelerinde okuyan Türk öğrencilerinde artış görülüyor, ancak sayısı sınırlı ve tam olarak bilinmiyor. Japonya'ya yüksek lisans yapmaya gelmiş bazı Türk öğrencilerle görüşme fırsatım oldu. Türk öğrencilerin Japonca konuşmayı öğrenmekte fazla güçlük çekmediklerini, çünkü iki dilin benzer gramere ve telaffuza sahip olduklarının altını çizdiler. Ancak Çin karakterleriyle yazmayı öğrenmenin kolay olmadığını belirttiler. Özellikle robotik, genetik, elektronik ve yazılım alanlarına ilgi duyanların Japonya'da eğitim görmekle isabet edeceklerini söylediler.

Japonya seyahatim dolayısıyla gerek bir süre Türkiye'de yaşayan Japonlarla, gerekse bir süre Japonya'da yaşayan Türklerle konuşmak fırsatını buldum. Türklerle Japonların birbirleri hakkında izlenimlerini dinledim. Bu tabii başlı başına bir makale konusu olabilir. Ama kısaca üzerinde durulmaya değer.

Japonlara göre Türkler: Türklerle Japonlar arasındaki karşılıklı sempatinin nedeni, tarihte bir düşmanlık olmayışı yanında, iki ülkenin birbirlerine duydukları artan ilgi. Her iki ülkenin medyası da birbirlerine geniş yer ayırıyor. Japon televizyonlarında yayımlanan Türkiye ile ilgili belgeseller çok popüler. Türklerin yabancılara karşı gösterdikleri yakınlık, onlarla kolay ilişki kurabilmeleri ve misafirperverlikleri çok çarpıcı. Ancak, Türkler eleştiriye tahammüllü değil. "Eleştiriden hiç hoşlanmıyor, eleştirel bir görüş dile getirirseniz sizi hemen düşman gibi görebiliyorlar... Oysa dost acı söyler..."

İki toplumun karakterleri de çok farklı. "Japonlar yüzyıllardır tarıma dayalı yerleşik bir hayat sürdüler. Bunun için uzun vadeli düşünürler ve geleceğe dair plan yaparlar. Ağaçları değil ormanı düşünürler... Türkler ise, sürekli hareket halinde olan bir halk. Bu yüzden uzun vadeli düşünme alışkanlıkları yok. Ormandan çok ağaçları görüyor, sorunlara karşı karşıya kaldıkça çözüm bulmaya çalışıyorlar..." Türkiye'yi anlamak çok güç. "Yirmi senedir İstanbul'da yaşıyorum, bir Türk'le evliyim, çocuklarım var; fakat hâlâ Türkiye'yi anlamaya çalışıyorum."

Türklere göre Japonlar: Japonlar genellikle fevkalade eğitimli, düzenli, disiplinli, dakikasına kadar planlı, terbiyeli, kibar, saygılı, çalışkan, dürüst, temiz, ciddi, sessiz, ketum, sabırlı, sadeliği seven, ayrıntıya önem veren, mükemmeliyetçi, mütevazı, sağlığa düşkün ve eleştiriye açık insanlar. Ancak çalışkanlıkları gayri insani boyutlara varıyor. İşyerlerinde kim daha çok ücretsiz fazla mesai yapacak yarışması var. Eğlenmeyi bile iş arkadaşlarıyla birlikte yapmaya zorunlu hissediyorlar. "Japonların bütün hayatı çalışmak... Onun için burada kalıp, burada çalışmaktan korkardım..."

Japonların yabancılardan hoşlanmadıkları muhakkak. "Japon olmayanları aralarına almıyorlar... Kobe depreminde Vietnamlı depremzedeye yemek vermediler..." Birey olarak değil, grup psikolojisiyle, takım gibi davranıyorlar. Onlarla iletişim kurmak kolay değil. O kadar içe kapanıklar ki, "Psikologa gideceklerine intihar etmeyi tercih ederler." Japon ailesinde kocalar kendilerini işe ve para kazanmaya, kadınlar ise evin bakımına ve çocukların eğitimine veriyor. Çocuklar babalarını hemen hiç görmüyor. Japon ailesi mutlu değil. 1990'lardaki ekonomik durgunlukla birlikte kadınlar daha az ücretle, yarım zaman işlerde daha çok çalışmaya, daha az evlenmeye başladı.

"Japonlar için din ritüelden ibaret. Şinto âdetlerine göre doğuyor, Konfiçyüs kurallarına göre yaşıyor, Budist kurallara göre ölüyorlar. Kilisede evlenme giderek popüler hal alıyor..." Yaşlılar arasında Amerikan düşmanlığı, gençler arasında Amerikan hayranlığı var. Yaşlılara göre Türkiye büyük bir ülke, gençler ise pek tanımıyor.

TÜRK VE JAPON MODERNLEŞMESİ

u diziye başlarken belirttiğim üzere Asya'nın biri batı, öteki doğu ucundaki iki ülke, Japonya ve Türkiye'nin 19. yüzyılın ortalarında başlayan modernleşme hareketlerinin karşılaştırılması, sosyal bilimcilerin her zaman ilgisini çekti. Okurlarıma şiddetle tavsiye edeceğim yeni bir kaynak, "New Perspectives on Turkey" dergisinin bu konuya ayrılan özel sayısı (No. 35, Fall 2006) ve özellikle de Prof. Dr. Binnaz Toprak'ın "Ekonomik Kalkınmaya Karşı Kültürel Dönüşüm: Japonya ve Türkiye'nin Modernleşme Projeleri" başlıklı incelemesi.

Türkiye-Japonya karşılaştırması sosyal bilimcilerin her zaman ilgisini çektiği gibi, Türkiye'de öteden beri yaygın bir iddiaya da temel teşkil etti. Bu iddiaya göre Japonya Batı'dan sadece bilim ve teknoloji aldı, ama kendi geleneklerini ve kültürünü korumayı bildi. Böylelikle kimliğini yitirmeden modernleşmeyi başardı. Buna karşılık Türkiye'de modernleşme, Batılılaşma ile özdeş görüldü, Batı taklitçiliğine dönüşerek ülkenin geleneklerini ve kimliğini yitirmesine yol açtı.

Bu iddia gerçeği yansıtmaktan uzak. Gerek Japonya, gerekse Türkiye, Batı'dan çok etkilenmiş olan iki ülke. Hatta kültürel olarak Japonya'nın Batı'dan daha da büyük ölçüde etkilendiğini söylemek mümkün. Belki önemli bir fark, Türkiye'nin esas olarak Batı Avrupa'dan, Japonya'nın ise esas olarak ABD'den etkilenmiş oluşu. Dinsel inançlarını ve geleneklerini yaşatma açısından bugün Japonya ile Türkiye arasında ciddi bir farklılık olduğu söylenemez. İki ülkeyi karşılaştırılırken dikkate alınması gereken en önemli etkenlerden biri, ilki ne denli homojen (mütecanis, türdeş) ise ikincisinin de o denli heterojen oluşu.

SANAYİLEŞME YA DA KÜLTÜREL DÖNÜŞÜM

Denebilir ki Japon ve Osmanlı-Türk modernleşmelerinin temelinde yatan farklılık, birincisinin modernleşmeyi esas olarak sanayileşme olarak, ikincisinin ise modernleşmeyi esas olarak bir kültürel dönüşüm projesi olarak ele alması. 19. yüzyılın ortalarındaki Meici reformları döneminde Japon devlet elitleri gelişip güçlenmesine önayak oldukları işadamları sınıfıyla elele vererek, büyük bir sanayileşme hamlesi başlattılar. Eğitim seferberliği ile toplumun giderek daha geniş kesimlerini kalkınma hamlesine kattılar ve toplumun kültürel bütünleşmesini sağladılar. Sanayileşme hamlesinde dinden ve geleneklerden yararlanmayı ihmal etmediler. Netice itibarıyla Japon modernleşmesi çok büyük ölçüde başarılı oldu.

Türkiye'de ise Osmanlı döneminde büyük ölçüde gayrimüslimlerden oluşan, tehcir ve mübadele ile yitirilen işadamları sınıfının yeri kısa sürede doldurulamadı ve bir ölçüde bu yüzden modernleşmenin sanayileşme hamlesine dönüşmesi uzun zaman aldı. Üstelik Türk modernleşmesi, din ve gelenekleri modernleşmenin yardımcısı değil, hasmı olarak gördü. Bu yüzden dinin ve geleneklerin kalkınma hamlesinde rol oynamaya başlaması ancak 1980'lerden sonra söz konusu oldu.

Bugün gelinen noktada Japonya, dünyanın ikinci ekonomik süperdevleti. Kişi başına düşen gelir 40 bin dolar dolayında. Yoksulluk ve bölgeler arası gelişmişlik farkları sorun olmaktan çoktan çıkmış durumda. Ülkeye kültürel bütünlük hakim. Japonya bugün modern toplumdan postmodern topluma, sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçişin doğurduğu sorunlarla meşgul. Türkiye ise azgelişmişlik çemberini yeni yeni kırıyor. Kişi başına düşen gelir 10 bin dolar dolayında; yoksulluk ve bölgeler arası gelişmişlik farkları giderilebilmiş değil. Ekonomik ve siyasal modernleşmesini tamamlayamayan, dolayısıyla kültürel bütünleşmeyi de sağlayamayan Türkiye, bugün etnik ve dinsel temelli farklılıklarıyla yüzleşmenin ve bunlarla başa çıkmanın sıkıntılarını yaşıyor.

Eğer Türkiye ile Japonya karşılaştırılmasından çıkarılacak tek bir sonuç varsa, kültürel dönüşüme öncelik veren Türk modernleşmesinin, sanayileşmeye ve ekonomik kalkınmaya öncelik veren Japon modernleşmesine nazaran geride kalması.

13.11.2008, ZAMAN

Şahin Alpay / Japonya'da medya sadece işini yapıyor

Japon yüksek öğrenimi 2004 yılında, üniversitelerin piyasa taleplerini karşılamasına dönük, köklü bir reform hareketine sahne oldu.

Öğrencilerin yaklaşık % 20'sinin devam ettiği devlet üniversiteleri Eğitim Bakanlığı'ndan bağımsız hale geldi; öğretim üyeleri devlet memuru statüsünden çıkarıldı ve iş güvencelerine son verildi. Üniversite yönetim kurullarına akademik personel dışından da atamalar yapılır hale geldi. Yönetim kurulları tarafından seçilen rektörlere personeli işe alıp çıkarmada, bütçelerin hazırlanmasında, akademik programlarını düzenlenmesinde, hatta maaşları belirlemede geniş yetki tanındı.

2004 reformlarıyla gelen bir yenilik de, Japonya'da ilk kez kâr amacı güden, özel üniversitelerin kurulmasına izin verilmesi ve bu nitelikte iki yeni üniversitenin kuruluşu oldu. Öte yandan, üniversitelere yapılacak devlet yardımı akademik performanslarına bağlı hale getirildi. Öğrencilerin tercihlerine yardımcı olmak üzere üniversitelere öğretim ve araştırma performanslarını, mezunlarının işe girme oranları hakkında kamuya ayrıntılı bilgi verme zorunluluğu getirildi. Üniversitelerin şirketlerle ortak araştırma projeleri yapmalarına teşvikler getirildi. Daha önce araştırma geliştirme çalışmalarının çoğu üniversitelerden çok şirketler tarafından yürütülüyor ve Japon şirketleri işbirliği için yabancı üniversiteleri tercih ediyordu. İlk ve orta öğretimdeki yeni düzenlemelerin aksine, yüksek öğretimdeki bu reformlar toplumda olumlu karşılandı. (Roger Goodman, "Whither the Japanese University: An Introduction to the 2004 Higher Education Reforms in Japan," in J.S. Eades, et. al. The 'Big Bang' in Japanese Higher Education, 2005, pp. 1 - 31.)

MEDYA SÜPERDEVLETİ

Japonya okullaşma oranları açısından bir eğitim süperdevleti olduğu gibi, gazete ve dergi satışları itibarıyla da bir "Medya süperdevleti". 127 milyon nüfuslu Japonya'da toplam 70 milyon tirajlı 120 adet günlük gazete yayımlanıyor. Japonya 2005 yılı itibarıyla bin kişiye düşen 644 gazete ile dünyada (651 ile Norveç'ten sonra) en çok gazete satılan ülke. Dünyanın bütün büyük gazeteleri (bu arada Zaman) gibi Japon gazeteleri de (% 94 oranında) abonelik ve eve teslim yoluyla okura ulaşıyor.

Başlıca gazeteler, muhafazakar Yomiuri Shinbun (sabah baskısı 10 + akşam baskısı 4 milyon nüsha), liberal Asahi Shinbun (8,3 + 4 mn), liberal muhafazakar Mainichi Shinbun (4 + 1,7 mn) ile ekonomi gazeteleri Nikkei Shinbun (3 + 1,6 mn) ve Sankei Shinbun (2 + 0,6 mn). (Bkz. www.japanmediareview.com)

Japonya'da gazete, radyo ve televizyonlar, anonim şirketlerin mülkiyetinde. Yani Türkiye'de olduğu gibi herhangi bir ailenin denetiminde değil. Gazetelerin, radyo ve televizyon şirketlerinde % 20'nin üzerinde hisse sahibi olması kanunen yasak. Ancak bu yasağın dolaylı yollardan çiğnendiği biliniyor. Nitekim Yoimuri Shinbun, Kasım 2004'te yaptığı açıklamayla, pay sahibi olduğu 24 yerel tv ve 18 yerel radyo istasyonu olmak üzere toplam 42 medya şirketinden 12'sinde hisse sınırını aştığını ve bunları devredeceğini açıkladı. (IHT/Asahi Shimbun, 13.11.2004)

Japonya'nın hükümetlerin kurulmasında ve devrilmesinde rol oynadığı ileri sürülen en güçlü medya şahsiyeti, Yoimuri Şinbun'un yönetim kurulu başkanı, genel yayın müdürü ve aynı zamanda gazetenin sahibi olduğu Yomiuri Giants beyzbol kulübünün başkanı olan, 82 yaşındaki Tsuneo Watanabe. Watanabe, 1950 yılında gazeteye siyasi muhabir olarak girdikten sonra güçlü siyasilerle yakın ilişkiler kurarak adım adım yükseldi ve 1991'de gazetenin en tepe yöneticisi oldu. Bu arada Yoimuri ile yan kuruluşlarında hatırı sayılır ölçüde hisse elde etti. Anlayacağınız Watanabe, bizim "gazeteci" olma iddiasında olan medya patronlarından farklı olarak, muhabirlikten hissedarlığa yükselmiş. Gazetelerini kendilerinin ve ailelerinin reklam aracı olarak kullanan bizdeki kimi görgüsüz medya patronları ve yöneticilerinden farklı olarak Watanabe, iki yıl öncesine kadar da hiç kamuoyunda görülmemiş. Onun için New York Times ondan "Gölge Şogun" olarak söz ediyor (NYT, 11 Şubat 2006).

Uzun yıllar gazetesinin yaptığı yayınlarla milliyetçiliği körükleyen Watanabe, 1994'te 1947 tarihli Japonya'ya savaşı yasaklayan anayasa maddesinin değiştirilerek, hükümete savaş ilan yetkisi verilmesini önermiş. Aynı Watanabe 2006'da birden fikir değiştirmiş. Başbakan Koizumi'nin Yasukuni Tapınağı'nı ziyaret etmesini ve yükselen milliyetçiliği eleştirmeye başlamış. Japonya'nın "2. Dünya Savaşı'nda işlediği suçlarla yüzleşmediği takdirde" olgun bir devlet olamayacağını ileri sürmüş. (Bkz. Financial Times, 27 Aralık 2006) Watanabe, insanların 80'inden sonra da olsa, yanlışlardan dönme yeteneğine sahip olabileceklerine işaret ediyor olmalı.

Son yıllarda televizyon, toplumun ana haber kaynağı olma vasfı açısından gazeteleri geride bırakmış durumda. İstatistiklere göre Japonların % 95'i her gün TV izliyor. Yirmi yıl önce ziyaret ettiğim Japonya ile bugünkü Japonya arasındaki en önemli fark, herhalde cep telefonu ve internetin gelmiş olması. 1998'de 6 yaş ve üzeri nüfusta internet erişimi yalnızca % 11 dolayındayken, 2007'de bu oran % 75'e, 10 - 40 yaş grubunda % 90'a ulaşmış bulunuyor. Kullanıcıların % 83'ü internete cep telefonu üzerinden ulaşıyor. (Bkz. Statistical Yearbook of Japan, 2008, s. 185.) Tokyo sokaklarında gördüğünüz hemen her Japon'un elinde internet erişimli cep telefonları var. İstatistiklere göre, Japonlar günde ortalama 88 dakika internete bağlı kalıyor; erkeklerde bu süre 98, kadınlarda 78 dakikayı buluyor. Bilgi edinme amaçlı internet kullanımı da ortalama 53, erkeklerde 60, kadınlarda 45 dakika.

Japonya'da medyanın küreselleşmesi olayı görülmüyor. 1990'ların başlarında Rupert Murdoch TV Asahi'nin yüzde 20 hissesini satın alması, Amerikan savaş gemilerinin 1853'te Japonya'yı ticarete açmaya zorlamak için Tokyo körfezine demir atmalarına benzetiliyor. Ve Murdoch bir yıl sonra TV Asahi'deki hissesini satıyor.

Japon televizyon piyasasında en önemli oyuncu, kamu yayın kuruluşu (yani, bizim TRT'nin muadili olan) NHK. NHK dünyanın en özerk kamu yayıncı kuruluşlarından biri olarak niteleniyor. Ancak Japon siyasetinin hakim partisi LDP'nin gayri resmi yollardan NHK'nın editoryal bağımsızlığını kısıtladığı ileri sürülüyor. Japonya'da basın özgürlüğü anayasa güvencesi altında, herhangi bir basın kanunu bulunmuyor. Ancak radyo ve televizyon yayınları kanunla düzenleniyor ve İçişleri Bakanlığı tarafından denetleniyor. Medya araştırmacılarına göre hükümet ve şirketler eleştirel habercilikten uzak durması için medyaya çeşitli yollardan baskı yapmakta. (Barbara Gatzen, "Japonya'da Medya Mülkiyeti ve Demokratik Tartışma", Open Democracy, Feb 13, 2002.)

DEPREM ÖNCE TOKYO'DA MI, YOKSA İSTANBUL'DA MI?

Bilindiği üzere Japonya depremlerin en sık meydana geldiği ülke. Sadece 2005 yılında Japonya ve çevresinde, çoğu hissedilmeyen 130 bin yer sarsıntısı kaydedildi. Tıpkı İstanbul'da olduğu gibi, Tokyo'yu da kapsayan, Pasifik Okyanusu kıyısındaki Tokai bölgesinde her an 8 richter şiddetinde bir büyük deprem bekleniyor.

Tokyo'ya gidip Japonların deprem hazırlığı konusunda neler yaptığını öğrenmemek olmazdı. Bu amaçla gitmeden önce Japonya'nın önde gelen deprem bilimcilerinden Tokyo Teknoloji Enstitüsü, Yer ve Gezegen Bilimleri Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Yoşimori Honkura ile yazıştım. Uzun yıllardır Kandilli Rasathanesi'ndeki Türk meslektaşlarıyla ortak araştırmalar yapan Prof. Honkura beni Japonya Meteoroloji Ajansı'na (JMA) ve orada bulunan Japonya Deprem Erken Uyarı Sistemi merkezine götürdü.

JMA günboyu Japonya ve çevresindeki sismik faaliyetleri izliyor. Herhangi bir deprem meydana geldiğinde, merkezinin, şiddetinin ne olduğu ve tsunami tehlikesi olup olmadığı konusunda afet yönetiminden sorumlu makamlara, yerel yönetimlere ve halka derhal bilgi veriyor. Erken Uyarı Merkezi, gerekli bilgileri anında kamuya duyurmak üzere, devlet televizyon ve radyo istasyonlarıyla sürekli bağlantı halinde.

JMA ülkenin 600 dolayında noktasına yerleştirilmiş sismik sayaçlardan ve yerel yönetimlerle çeşitli araştırma kuruluşlarına ait 3 bin 300 istasyondan sürekli bilgi topluyor ve bir depremin vuku bulmasından sonra 2 dakika içinde yerini ve şiddetini tespit edebiliyor. 3 ve daha yukarı ölçekteki sarsıntıları derhal kamuoyuna duyuruyor. Tokai depreminin öncüsü olabilecek yer kaymalarını, bölgeye yerleştirdiği son derece duyarlı aygıtlarla sürekli izliyor. Depremlerin ne zaman olacağını kestirmek tabii ki Japonya'da da mümkün değil. Ancak bu aygıtlar sayesinde Tokai depreminin vuku bulmasından birkaç saniye öncesinde tespit edilebileceği umuluyor. (Earthquake and Tsunami: Monitoring and Information, Japan Meteorological Agency, Tokyo.)

Profesör Honkura'ya göre, Türkiye'de depremle ilgili bilgileri televizyon ve radyo istasyonları üzerinden derhal ilgili makamlara ve halka duyurabilecek, Japonya'dakine benzer bir hazırlığın bulunmayışı önemli bir eksiklik. Kendisine büyük depremin önce İstanbul'da mı, yoksa Tokyo'da mı olacağını sorduğumda, İstanbul depreminin daha yakın olabileceğini söyledi.

İSTİKBAL GÜNEŞTE

Japonya, enerji bakımından dışa bağımlı olan ülkelerin başında geliyor. Kullandığı enerjinin yaklaşık % 82'si ithal kaynaklara dayanıyor. 1970'lerdeki petrol krizlerinden sonra aldığı önlemler ile Japonya petrole bağımlılığını 1973'te % 77'den, 2006'da % 47'ye indirmiş. Bugün Japonya'nın kullandığı enerjinin % 47'si petrol, % 21'i kömür, % 15'i doğalgaz, % 11 nükleer ve % 3'ü hidrolik kaynaklı. Japonya enerjiyi en verimli kullanan ülkelerden biri konumunda. (Bkz. Statistical Handbook of Japan, 2008, p. 80.)

Tokyo'daki temaslarımdan biri de, Ulusal İleri Endüstriyel Bilim ve Teknolojiler Enstitüsü'nden, enerji uzmanı Dr. Koichi Sakuta ile oldu. Sakuta'ya göre, 2100 yılına gelindiğinde dünyada fosil yakıtlar (petrol, doğalgaz, kömür, vb.) kullanılmaz olacak. Uranyum kaynakları sınırlı olduğu için nükleer enerjinin de geleceği yok. Füzyon teknolojisine (atomların parçalanmasına değil birleştirilmesine) dayalı nükleer santrallerin geliştirilmesi bir olasılık, ama bunun için de en az 100 yıllık bir zamana ihtiyaç var. İstikbal, güneş enerjisinde. Güneşten yeryüzüne, bugün kullanılan toplam enerjinin 10 bin katı güçte enerji ulaşıyor. Güneşten sadece bir saat içinde elde edilebilecek enerji, yeryüzünde bir yıllık ihtiyacı karşılayabilecek büyüklükte.

Japonya'da güneş enerjisinin elektrik üretimindeki payı şimdi sadece % 0,1 düzeyinde, fakat 2030 yılında bu pay % 10'u bulacak. Güneş enerjisinden üretilen elektriğin maliyetinin önümüzdeki 5 yıl içinde diğer enerji kaynaklarından elde edilen elektrikle rekabet edebilecek düzeye gelmesi bekleniyor. 1994 - 2005 arasında Japonya devleti, hanelerde güneş enerjisi kaynaklı elektrik kullanılmasını özendirmek amacıyla, gerekli yatırımın yarısını sübvansiyon olarak sağlamış. Ancak son yıllarda gerekli donanımın maliyeti azaldığı için sübvansiyona gerek kalmamış ve evlerde güneş kaynaklı enerji kullanımı giderek yayılmakta.

Kyoto Protokolü'ne evsahipliği yapan Japonya, atmosfere sera gazları bırakmaktan, dolayısıyla küresel ısınmadan sorumlu olan ülkeler arasında beşinci sırada gelmekte. Küresel ısınmaya karşı alınacak önlemler konusunda Avrupa Birliği ülkeleri ile işbirliği yapıyor; gerek enerjinin verimli kullanılması, gerekse yenilenebilir enerji kaynakları alanında araştırmalara hız vermiş durumda. Yokohama kenti, 2010'da "Yenilenebilir Enerji Uluslararası Konferansı ve Fuarı"na evsahipliği yapacak.

Daha 1926 yılında kurulan "Japonya - Türkiye (Dostluk) Cemiyeti"nin sponsoru konumunda olan ve Türkiye'de temsilciliği de bulunan Itochu firmasının önemli faaliyet alanlarından biri de, yenilenebilir enerji kaynakları ve bu arada güneş enerjisi. Cemiyeti ziyaretim sırasında Itochu firması uzmanlarından "Güneş Parkları (Solar Park)" olarak anılan, güneş enerjisinden elektrik üreten santrallerin nasıl kurulduğu ve işletildiğine dair bilgi edinme fırsatı buldum. Bu santraller başta ABD, Kanada, Almanya, İspanya, Güney Kore olmak üzere çeşitli ülkelerde mevcut. Hindistan ve Çin'de kuruluyor. Itochu, güneş parklarına 1 milyar dolar yatırım yapmış. Bu yıl Norveç firması Scatec ile birlikte Çek Cumhuriyeti'nde bir güneş parkı kuracak. 2010'da da Bulgaristan'da dünyanın en büyük güneş parkını inşa edecek.

12.11.2008, ZAMAN

Şahin Alpay / Ekonomik kriz: Japonya bu filmi görmüştü

Japonya Ekonomik Araştırmalar Merkezi Başkanı Akira Kojima'ya göre LDP'nin 1993'ten bu yana gerileme eğilimine girmiş olmasının iki temel nedeni var.

Birincisi, 1994 yılında yapılan (temsilcilerinin yarısının tek adaylı dar bölgeden çoğunluk sistemiyle, yarısının çok adaylı seçim bölgelerinden nisbi temsil sistemiyle seçilmesini öngören) seçim kanunu değişikliğinin yol açtığı LDP'deki hizipler arası kavgaların partinin kamuoyu nezdindeki itibarına ağır bir darbe indirmesi. İkincisi, 2001 - 2006 arasında başbakan olan Junichiro Koizumi'nin Japonya Posta Servisi'ni özelleştiren kanunu, 2005 seçimlerini büyük farkla kazanarak parlamentodan geçirmesi. Böylece LDP içindeki hiziplerin patronaj politikalarında kullandıkları temel araçtan yoksun kalmaları.

2007 itibarıyla özelleştirilen Japonya Posta Servisi, 400 bin çalışanı ile ülkenin en büyük işvereni konumundaydı. Devlet memurlarının üçte biri bu kuruluşta çalışıyordu. Japon hanehalkı tasarruflarının % 25'ini toplayan Japonya Posta Bankası dünyanın en büyük tasarruf mevduatına sahipti. Koizumi ve destekçilerine göre Posta Servisi, devasa bir patronaj ve yolsuzluk kaynağı haline gelmişti. Kimse bunu başarabileceğine inanmıyordu ama Koizumi, kamu harcamaları ve borçlarındaki artışı dizginlemek, kamu maliyesini dengede tutmak için şart gördüğü posta özelleştirmesini, partisi içinden gelen muhalefete rağmen doğrudan halkın desteğini alarak gerçekleştirdi.

Uzun saçları, açık sözlülüğü ve renkli kişiliğiyle Japonya'nın son yıllarda gördüğü en popüler politikacı olan Koizumi, ekonomide liberal, siyasette milliyetçi görüşleriyle tanınıyordu. Irak'taki koalisyon kuvvetlerine katkıda bulunarak, 2. Dünya Savaşı sonrasında yurtdışına Japon askeri gönderen ilk lider oldu. Savaş suçlusu olarak idam edilmiş olanlar dahil 2. Dünya Savaşı'nda ölen generallerin gömülü olduğu Tokyo'daki Yasukuni Tapınağı'nı her yıl ziyaret ederek, Çin ve Güney Kore ile gerginliklere yol açtı. 2006 Eylül'ünde başbakanlıktan istifa ettikten sonra, geçen eylül ayında da önümüzdeki seçimlerde aday olmayıp siyaseti bırakacağını açıkladı. 66 yaşındaki Koizumi'nin siyasetten ayrılma kararını LDP'nin yıldızının sönmekte oluşunun başka bir işareti olarak yorumlayanlar var (Japan Times, 26 Eylül). halen Uluslararası Kamu politikaları araştırma Merkezi'nin başkanı olan Naoki Tanaka'ya göre ise Koizumi'nin bu kararı sadece yeni nesillere yol açma isteğinden kaynaklanmakta.

1992-2002 arasında on yıl süren ekonomik durgunluk sonucunda Japonya'nın dünya GSMH içindeki payı 1994'te % 18 dolayından 2007'de % 8'e kadar geriledi. Aynı dönemde Japonya kişi başına düşen gelir açısından OECD ülkeleri arasında 2. sıradan 18. sıraya indi. Yaşanan durgunluğun nedeni neydi? Tıpkı şimdilerde ABD gibi Japonya da 1990'ların başında, esas olarak batık kredilerden kaynaklanan ve ekonomiyi felç eden bir finans krizine sahne oldu. En saygın mali kuruluşlardan bazıları iflas etti. Sonunda Japon hükümetinin, tıpkı bugün ABD yönetiminin yapmak zorunda kaldığı gibi, finans kuruluşlarını ayağa kaldırmak amacıyla ekonomiye müdahale etmesi zorunluluğu doğdu.

Japon medyasında Japonya'nın 1990'ların sonunda yaşadıkları ile ABD'nin 2000'lerin sonunda yaşadıkları arasında paralellikler kuruluyor, "biz bu filmi görmüştük" yorumları yapılıyor. Bir farkla: ABD'nin (ve AB'nin) krize müdahalede ancak birkaç ay gecikirken, Japonya'nın banka ve finans kuruluşlarını kurtarmak için büyük çapta müdahaleyi 8 yıl gecikmeyle gerçekleştirmesinin kayıp on yıla mal olduğu üzerinde duruluyor. (Bkz. Martin Fackler, "Been there, done that: Japan's bailout journey", Asahi Shimbun, 10 Ekim 2008.)

1992 - 2002 arasındaki on kayıp yıl, yalnızca Japon ekonomisinde değil toplumunda da ağır yaralar açtı. Çalışanlara iş güvencesi sağlayan "ömürboyu istihdam" geleneği büyük ölçüde son buldu. 1980'de yılda 20 bin dolayında olan intihar vakaları, 2002'de 35 bine kadar yükseldi. Bugün Japonya, Baltık cumhuriyetleri, Rusya, Macaristan ve Slovenya'dan sonra intiharların en yaygın olarak görüldüğü ülke.

Ancak kayıp yıllar geride kaldı. 2003-2007 arasında Japon ekonomisi ortalama % 2,1 oranında büyüdü. İşsizlik oranı 2002'de % 5,5'ten, 2007'de % 4'ün altına indi. 2002'den bu yana Asya ülkelerine ve özellikle Çin'e yapılan ihracat, ekonomideki büyümenin itici gücü oldu. ABD'den kaynaklanan kriz patlak verene kadar 2002-2012 arasında büyümenin yılda ortalama % 2,4 oranında gerçekleşmesi bekleniyordu. ABD'den başlayıp AB'yi de sarsan farklı ölçülerde bütün dünyayı etkileyen mali krizin, Japonya ekonomisi üzerinde olumsuz bir etki yapması kaçınılmaz görünüyor.

Ancak Japonya'nın bankacılık ve sigortacılık sistemi bu krizden etkilenmeyecek kadar güçlü. Tanınmış iktisatçı Naoki Tanaka'dan öğrendiğime göre Japon bankaları Amerikan banka ve finans kuruluşlarında büyük hisseler satın almakta: Nomura Bankası Lehman Brothers'da, Mitsubishi Bankası Morgan Stanley'de, Mitsui Bankası Goldman Sachs'ta ve Mizuko Bankası Meryll Lynch'de pay sahibi oldular. Nikkei gazetesinin hesaplarına göre toplam 570 milyar dolar nakit paraları olan Japon şirketleri, kriz sonucu hisseleri ucuzlayan Batılı firmaları devralmakta. Son yıllarda rekor kârlar elde eden ama yavaşlayan iç piyasalarla karşı karşıya kalan Japon şirketleri, yabancı firmalarda sadece bu yıl 57 milyar dolarlık hisse satın aldılar. (The Economist, "Japan's cash-rich companies are buying up foreign firms / Japonya'nın zengin şirketleri yabancı firmaları satın alıyor", 2 Ekim 2008)

ESAS KAYGI: AZALAN VE YAŞLANAN NÜFUS

Japonların ekonominin geleceğiyle ilgili esas kaygısı, nüfusun giderek azalmakta ve yaşlanmakta oluşu. 2005'te 128 milyon olan nüfusun 2055'te 90 milyona, çalışma çağında olan (15-64 yaş arası) nüfusun aynı dönemde 84 milyondan 46 milyona ineceği hesaplanıyor. İktisatçılar nüfusun hızla yaşlanması yanında çevre kirliliğinin doğurduğu sorunların aşılmasına yönelik teknolojik yeniliklerin Japon ekonomisinin geleceği bakımından taşıdığı büyük önem üzerinde duruyorlar. (Bkz. Hiroshi Yoshikawa, "Japan's Lost Decade: What Have We Learned and Where are We Heading? / Japonya'nın Kayıp On Yılı: Neler Öğrendik ve Nereye Gidiyoruz?", Asian Economic Policy Review, December 2007, pp. 186 - 2003.)

Bir önceki Fukuda hükümetinin kurduğu, Akira Kojima'nın da üyesi olduğu komisyon Japon ekonomisinin geleceği üzerine bir rapor hazırladı. "Küresel Ekonomiyle Yaşam: Japon Ekonomik Sisteminin Yeniden Kurulması" başlığını taşıyan rapor, 1993-2008 arasında kurulan kısa ömürlü hükümetlerin Japonya'nın ihtiyaç duyduğu köklü reformları başaramadığının, siyasilerin temel sorunlarını tartışmaktan uzak kaldıklarının altını çiziyor.

Yirmi yıl önce hazırlanan reform önerileri, yabancı ülkelere Japon doğrudan sermaye yatırımlarının teşvik edilmesini ve ihracat sanayilerinin bu ülkelere kaydırılmasını öngörüyordu. Bu rapor ise tam tersine Japonya'nın kendisini bir "Açık Platform" olarak yeniden şekillendirmesini, böylelikle dış dünyadan yeni fikirler, yeni teknolojiler, yeni yetenekler, nitelikli insan gücünü cezbedebilecek hale gelmesini öneriyor. Rapora göre, eğer Japonya eski sistemlerine tutsak kalacak olursa, kendini ekonomik bakımdan yenileyemeyecek. Yaşlıları geçindirme yükü genç nesillerin omuzlarına yıkılacak olursa, kuşaklar arası çatışmalar kaçınılmaz bir hal alacak. (Akira Kojima, "Global Change and Japanese Reform / Küresel Değişim ve Japonya'da Reform", Japan Echo, October 2008, pp. 48-50.)

Japonya, hayli homojen bir toplum olduğu gibi, hayli dışa kapalı olan bir toplum. Japonya'da yaklaşık 2 milyon yabancı yaşıyor. Japonya % 1,3 oranıyla OECD ülkeleri (yani gelişmiş sanayi ülkeleri) arasında en düşük oranda yabancı barındıran ülke. Bunların dörtte üçünü başta Koreliler ve Çinliler olmak üzere Asyalılar oluşturuyor. Beşte bir dolayındaki ikinci büyük grup ise Güney Amerikalılar, yani 2. Dünya Savaşı'ndan sonra Güney Amerika'ya göç eden Japonların ("Nikkei" olarak anılan) ikinci kuşağı.

Japonya yabancıları vatandaşlığa kabulde (Portekiz'den sonra) dünyanın sondan ikinci gelen ülkesi. Japonya nüfus başına, yabancılara Almanya'ya nazaran 21, Fransa'ya nazaran 24, ABD'ye nazaran 28, Belçika'ya nazaran 54 ve Kanada'ya nazaran 60 kat daha az yurttaşlığa kabul eden ülke. Öte yandan Almanya bile Japonya'ya nazaran kişi başına 1000 kat daha fazla mülteci kabul ediyor. (Japan Reference, "Foreigners in Japan", 31.7.2005)

Ne var ki azalan ve yaşlanan nüfus, Japonya'yı göçmen işgücü kabule zorluyor. İşadamları Federasyonu (TÜSİAD'ın karşılığı olan Nippon Keidanren), 14 Ekim 2008 günü yaptığı açıklama ile sağlıktan imalata, tarımdan inşaata birçok alanda göçmen işçi kabul edilmesi için çağrıda bulundu. Geçen haziran ayında LDP'nin hazırladığı bir rapora göre de Japonya'nın önümüzdeki 50 yılda 10 milyon göçmen kabul etmesi gerekecek (Japan Times, 15 Ekim).

Bu yönde bir ilk adım olarak, Filipinler ve Endonezya ile imzalanan ekonomik ortaklık anlaşmaları uyarınca bu ülkelerden birkaç yüz dolayında sağlık personeli Japonya'ya kabul edildi. Ancak söz konusu personelin Japonya'da çalışma izni alabilmelerinin şartları hayli ağır: Önce Japonca öğrenecek, sonra meslek sınavından geçecekler. Dört yıl içinde bunu başaramazlarsa ülkelerine geri dönecekler. Anlayacağınız Japonya, Almanya'nın 1950'lerde başladığı işgücü "ithalatına" ancak yeni yeni adım atıyor.

EĞİTİM REFORMLARI BAŞARISIZ

1987'deki ilk ziyaretimde Japonya eğitim alanında tarihindeki üçüncü büyük reform hareketini başlatmıştı. Parlamentoda kurulan özel komisyon, reformun amaçlarını şu noktalarda topluyordu: Eğitimde tektipçilikten, "birörneklik belası"ndan kurtulmak ve öğrencilerin kişiliklerine ve yeteneklerine uygun bir şekilde eğitilmelerini sağlamak. Öğrenme merakını, düşünme yeteneğini ve yaratıcılığı köstekleyen, ezbere dayalı öğretime son vermek. Bunun için eğitim sisteminde aşırı merkeziyetçiliğe son vermek, kurallara esneklik getirmek, yerel yönetimlere daha çok yetki tanımak, özel okulların açılmasını teşvik etmek. Liselere ve üniversitelere girişte öğrencileri yaşadıkları aşırı rekabetçi "sınav cehennemi"nden kurtarmak...

Koizumi'nin başdanışmanı Naoki Tanaka'ya, yirmi yıl önce başlayan eğitimde reform hareketinin ne denli başarılı olduğunu sorduğumda aldığım cevap şaşırtıcıydı. Tanaka, "Tam bir başarısızlık!.. Japonya postmodern çağı yakalamakta başarı sağlayamadı!.." diyordu. Japon eğitimi modern çağa takılıp kalmıştı. Öğrencilerin farklı kişilik ve yeteneklere sahip olduklarını görmezden geliyor, hâlâ merkeziyetçi yapısıyla tektip bir eğitim veriyor, birörnek insanlar yetiştirmeyi hedefliyordu. Bu durum öğrenciler ve aileleri bakımından büyük sorunlar doğurmaya devam ettiği gibi, işdünyası bakımından da hayli olumsuz sonuçlar veriyor, Japon şirketleri yeni sanayilerin ihtiyaç duyduğu nitelikte eleman bulmakta güçlük çekiyorlardı.

Aynı soruyu uluslararası yazarlar birliği PEN örgütünün Japonya şubesi yönetim kurulu üyesi, tanınmış yazar ve gazeteci Shinobu Yoshioka'ya da sordum. Ona göre de eğitim reformu lafta kalmıştı. Okullar toplumdan soyut olarak tasarlanıyordu. Okullarda verilen eğitim, küreselleşmeyi adeta bir tehdit olarak algılıyor; Japonların dünyada birden fazla tarih ve kültür olduğunun bilincine varmalarına, dünyayla bütünleşmesine engel oluyordu. Son yüzyılın tarihi doğru dürüst okutulmuyordu. 2. Dünya Savaşı'ndan sonra Japon toplumu dış dünyaya bakmayı, özellikle Asya'yı unutmuştu.

Japonya'da ilk ve ortaöğretim 12 yıl sürüyor: 6 (ilkokul) + 3 (ortaokul) + 3 (lise). İlk 9 yıl zorunlu. 3 yıllık, zorunlu olmayan liseye devam oranı da % 100'e yakın. İlk ve ortaöğretimde % 100 ve yükseköğretimde % 50'nin üzerindeki oranlarla, okullaşma bakımından Japonya eğitim süperdevleti olmaya devam ediyor. 2002 yılından itibaren zorunlu öğretimde yeni bir ders programı uygulanmaya başladı. Ders yükü % 30 oranında hafifletildi. Öğretimin ders kitapları kullanılmadan yapıldığı sınıflar denenmeye başladı. Böylelikle müfredat hafifletildi, ezber azaltıldı, öğrencilere daha geniş serbest zaman bırakıldı. Ne var ki, (Japonya'nın Başbakanlık Müsteşarlığı diyebileceğimiz) Kabine Ofisi'nden Genel Direktör Yardımcısı Itsuşi Taçi bana bu reformların eğitimin kalitesini yükseltmede yetersiz kaldığını anlattı. Taçi'ye göre, eğitim sisteminde daha çok yerelleşme ve özelleşmeye gereksinim var.

Japon eğitim reformuyla ilgili araştırmaların dikkat çektiği hususlar arasında şunlar var: Katılığıyla ünlü Eğitim Bakanlığı bürokrasisi reformlara uzun yıllar direndikten sonra, 1996-97'da Başbakan Ryutaro Haşimoto'nun Eğitim Reformu Programı'nı kabul etti. Program "öğrencilerin kişiliklerini geliştirmelerine ve onlara farklı seçenekler kazandırmaya" hizmet edecek, eğitim sistemi "okulların özerkliğine saygı gösterecek," ana babaların okul seçme özgürlüğünü genişletecek şekilde düzenlenecekti. Ne var ki bakanlık bürokratları, yetkileri güvendikleri yerel bürokratlara devretmeye razı oldular, ama kapsamlı reformları engellediler. (Keith A. Nitta, "The Politics of Structural Reform", Routledge, 2006, pp. 106 - 133.)

11.11.2008, ZAMAN

13 Kasım 2008 Perşembe

Şahin Alpay / Japonya çağa uyum sınavında

Japonya, Türkiye'de her zaman büyük ilgi uyandıran bir ülke oldu. Biri Asya'nın batı, ötekisi doğu ucundaki iki ülke olan Türkiye ve Japonya, modernleşmeye aşağı yukarı aynı zamanda, 19. yüzyılın ortalarında başladılar.

20. yüzyılın sonlarına gelindiğinde Türkiye henüz az gelişmişlik çemberini kıramamış, buna karşılık Japonya dünyanın 2. ekonomik süperdevleti haline gelmişti. Neden? Bunda, başka etkenler yanında, Japonya'nın modernleşme hamlesiyle birlikte eğitime büyük yatırım yapmasının rolü olduğunu biliyordum.

1987 yılında ABD Eğitim Bakanlığı'nın "Eğitim Süperdevleti" olarak da bilinen Japonya'da eğitim üzerine hazırladığı bir raporu okudum. Evet Japonya bir "eğitim süperdevleti" idi, ama bu alanda neredeyse Türkiye'yi andıran sorunları da vardı. Meraklandım. O sıralar Japonya'nın İstanbul başkonsolosu olan (ve uzun yıllar Stockholm'de görev yapmış olduğu için aramızda İsveççe konuştuğumuz) Tatsuo Takeda'ya bundan söz ettiğimde Dışişleri Bakanlığı tarafından Japonya'ya davet edilmemi sağladı. Takeda San ("San" Japoncada "Bey" anlamında kullanılan bir saygı ifadesi), ülkesine döndükten sonra emekli oldu ve "Hilal Bayraklı Ülke Türkiye" başlıklı bir kitap yazdı. Gerçek bir centilmen olan ve birkaç yıl önce vefat eden Takeda San'ı bu vesileyle saygıyla anıyorum.

Japonya'nın eğitim alanında üç önemli reform dönemi var: Birincisi, 19. yüzyılın ortalarında modernleşme hareketini başlatan "Meici reformları" dönemine rastlar. İkincisi, 2. Dünya Savaşı sonrasında ülkenin militarizmden arındırılması çabalarını kapsar. Üçüncüsü ise 1980'lerde başlayan ve ülkeyi 21. yüzyıla, bilgi toplumuna, dilerseniz post-modern çağa hazırlamayı amaçlayan reform çabalarıdır. Japon Dışişleri Bakanlığı'nın davetiyle Ekim 1987'de gittiğim Tokyo'da yaklaşık on gün kaldım ve yeni başlatılan reform hareketini araştırdım. Dönüşte kaleme aldığım "Eğitimde Japon Mucizesi" başlıklı dizi, o sıra çalışmakta olduğum Cumhuriyet gazetesinde, 1-4 Mayıs 1988 günleri yayımlandı.

Japonya'ya olan ilgim devam etti. 1990'larda Japon ekonomisinin içine girdiği durgunluk dönemini, 1955'ten beri iktidarda olan Liberal Demokratik Parti'nin (LDP) 1993'ten sonra Japon siyasetindeki hakim konumunu giderek yitirmesini, 2001-2006 arasında Başbakan Junichiro Koizumi'nin reformlarını izlemeye çalıştım. Yirmibir yıl sonra bu yıl yeniden, bu defa Japonya Vakfı tarafından davet edildim. Ekim başında bir hafta boyunca üst düzey uzmanlarla yaptığım derinlemesine mülakatlar aracılığıyla ekonomi, siyaset, medya, eğitim, deprem ve enerji politikaları dahil günümüz Japonyası'nın ilginç yönleri üzerine bilgi topladım.

Edindiğim bilgileri ve izlenimlerimi bu yazı dizisiyle Zaman okurlarının dikkatine getiriyorum. Temel izlenimim, Japonya'nın sanayi toplumundan bilgi toplumuna, kitle toplumundan bireyler toplumuna, tek tip toplumdan farklılıkların saygı gördüğü topluma, tekkültürlülükten çok kültürlülüğe, içe kapalı bir toplumdan dışa açılan, küreselleşen bir topluma, kısaca modern toplumdan post-modern topluma geçişin sancılarını yaşıyor.

Yirmibir yıl sonra Japonya'yı yeniden keşfetmemi mümkün kılan davet nedeniyle Japonya Vakfı'na ve ziyaretimin başarılı geçmesi için çaba harcayan bütün yetkililere candan teşekkür ediyorum.

JAPONYA ÇAĞA UYUM SINAVINDA

"Japonlar yabancıları sevmez!.. Burası etnik bakımdan homojen ve fazlasıyla içe dönük bir ülke!.." 24 Eylül 2008 günü açıklanan Taro Aso başkanlığındaki yeni Japon hükümetinde Ulaştırma ve Turizm Bakanlığı'na atanan Nariaki Nakayama'nın görevdeki ilk gününde sarf ettiği bu sözler, Japonya'yı karıştırdı. Nakayama, aynı demecinde, arazilerinden bir türlü vazgeçmek istemeyen bazı Japonların "bencilliği" yüzünden Tokyo-Narita havaalanının genişletilmesinin mümkün olamadığından da yakınmış; "Bu bakımdan Çin'i kıskanıyorum..." demişti.

Maruz kaldığı ağır eleştiriler karşısında, "maksadını aşan" sözlerini geri aldığını ama istifa etmeyeceğini söylediyse de, anamuhalefet Japonya Demokrat Partisi (JDP) sözcüleri, Nakayama'nın sorumluluktan kurtulamayacağını ileri sürdüler ve istifasını istediler. Geçen yıl, Japon işgal ordusunun 1937'de binlerce Çinliyi öldürdüğü Nanking katliamının "uydurma" olduğunu ileri sürerek Beycing yönetiminin gazabına uğrayan, gaflarıyla ünlü Nakayama, 28 Eylül günü istifa etmek zorunda kaldı ve Aso hükümeti işbaşı yapmasının henüz dördüncü gününde ağır bir darbe yedi. (Japan Times, 27 ve 29 Eylül)

Nakayama vakası, günümüz Japonya toplumunun karşı karşıya olduğu sorunları yansıtması bakımından hayli anlamlı. Bir yönüyle uluslararası şirketleri ve ürünleriyle bütün dünyaya yayılan Japonya'nın toplum olarak hayli içe dönük kalmasından duyulan sıkıntıyı ifade ediyor. Başka bir yönüyle, ülkeyi 1955-1993 arasında yaklaşık 40 yıl tek başına, 1994'ten beri de koalisyon hükümetleriyle yöneten, Japonya'nın "efsanevi" merkez partisi Liberal Demokrat Parti (LDP) iktidarlarının giderek ne denli kırılgan bir hal almış olduğuna da işaret ediyor.

Başbakan Yosuo Fukuda'nın ani istifası üzerine kurulan Aso hükümeti, 1993'ten bugüne işbaşına gelen onuncu Japon hükümeti. Son 15 yılda hiçbir hükümetin ömrü 2 yıldan uzun olmadı. Aso hükümeti, önceki iki hükümet gibi, LDP ile Komeito Partisi (KP) arasında koalisyona dayanıyor. KP, "Soka Gakkai" adını alan bir Budist örgütü üyeleri tarafından kurulan ve Budist din adamları tarafından desteklenen bir parti. (Anlayacağınız, Japonya'da din temelli partiler Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmıyor.) LDP-KP koalisyonu, iki meclisli Japon parlamentosu Diet'in yalnızca Millet Meclisi'nde çoğunluğa sahip; Senato'ya ise Ichiro Ozawa'nın liderliğini yaptığı anamuhalefet partisi Japonya Demokrasi Partisi (JDP) hakim. Ozawa'nın Japon siyasetinde önemli bir yeri var. Güçlü isimler etrafında toplanan hizipler konfederasyonu niteliğindeki LDP'nin 1993 yılında bir yolsuzluk olayı üzerine parçalanması üzerine partiden ayrılan Ozawa, sekiz partiden oluşan ve ancak bir yıl iktidarda kalabilen bir koalisyon hükümetinin kurulmasına önayak oldu. 2006'dan bu yana liderliğini üstlendiği JDP'nin Temmuz 2007'de Senato seçimlerini kazanmasında önemli rol oynadı.

OZAWA: LDP "DÜŞMAN"

LDP'yi "düşman" ilan eden Ozawa, önümüzdeki aylarda yapılması beklenen erken seçimi kazanmaya kararlı. Eğer başarırsa, bu belki de ABD'de Obama'nın iktidar olması kadar büyük bir olay olacak, zira LDP'nin Japon siyaseti üzerindeki hakimiyeti son bulacak.

Eylül ayı sonunda yapılan kamuoyu yoklamaları iki büyük partinin kafa kafaya olduklarını gösteriyordu: LDP'nin oy oranı % 34,9, JDP'nin ise % 34,8 idi. (Japan Times, 27 Eylül) Gözlemciler, seçim tarihi uzadığı takdirde, JDP başta olmak üzere muhalefet partilerinin kazanma olasılığının yükseleceğini söylüyordu. Bu nedenle Aso'nun, kasımın ilk haftasında seçim kararı alacağı bekleniyordu. Ancak uluslararası piyasaları sarsan finans krizi, Japonya mali piyasalarını da etkileyince, seçim tarihi ertelendi. Bu arada 13 Ekim günü açıklanan bir yoklama, seçmenlerin % 70'inin hükümetin erken seçimi değil Japonya'yı vurmaya başlayan ekonomik kriz için önlem almasını istediğini ortaya koyuyordu. (Reuters, 13 Ekim) Zira Batı pazarlarını etkisi altına alan kriz, yüzde 80 oranında ihracata dayalı Japon ekonomisini zorluyor. Japon Yeni'nin değerini yükselmesi ve Japon mallarına olan talebin azalması sonucunda ülkenin durgunluğa sürüklenmesinden korkulmakta.

Yine de, önümüzdeki seçimlerin LDP'nin Japon politikasındaki başat konumuna son vermesi ihtimali yüksek. Japonya'nın 2001-2006 arasındaki ("efsanevi" diyebileceğimiz) başbakanı Junichiro Koizumi'nin başdanışmanlarından biri olan ve halen Mitsui Grubu'na bağlı "Uluslararası Kamu Politikaları Araştırma Merkezi"nin direktörlüğünü yapan, tanınmış iktisatçı Naoki Tanaka'yı ofisinde ziyaret ettim. Tanaka'ya göre, yaklaşan Millet Meclisi seçimi iki büyük partinin de parçalanmasına ve Japon parti sisteminde bir büyük yeniden mevzilenmeye gebe.

"JAPON BİLMECESİ" ÇÖZÜLÜYOR

Peki, nasıl oldu da LDP, 1955'ten 1993'e tek başına, 1994'ten bu yana da koalisyon halinde iktidar olmayı başardı? Bu konudaki açıklamalar çeşitli. Japon siyaseti üzerine son yılların en dikkate değer incelemelerinden biri Amerikalı siyaset bilimci Ethan Scheiner'a ait. "Japonya'da Rekabetsiz Demokrasi: Tek-partinin Hakim Olduğu Bir Devlette Muhalefetin Başarısızlığı" (Democracy Without Competition in Japan: Opposition Failure in a One - Party Dominant State, Cambridge University Press, 2006) başlıklı kitabında Scheiner, şu noktaların altını çiziyor:

Demokrasi, partiler arasında rekabete dayanır. Teorik olarak tek bir partinin sürekli iktidar olduğu türden bir demokrasinin olmaması gerekir. Demokrasilerde iktidarlar seçmenlere hesap verir; başarılı olanlar seçimleri kazanır, başarısız olanlar kaybeder. Oysa Japonya'da, seçmenlerin artan hoşnutsuzluğuna rağmen, iktidar partisi (LDP) hakim konumunu, muhalefet partileri de etkisizliklerini korumayı başardılar. İcraatının beğenilmemesine rağmen bir partinin tekrar tekrar seçim kazanabilmesi, Japon demokrasisinde iktidarların seçmene hesap vermesi sisteminin işlemediğine işaret eder.

Japonya'da muhalefet partilerinin başarısızlığını açıklamak için çeşitli etkenler ileri sürülür. 1993'e kadar uygulanan, bir seçim bölgesinde yalnız partilere değil adaylara da oy verilmesini içeren seçim sistemi; LDP iktidarının ekonomide uzun süre başarılı olması; muhalefet partilerinin seçmene güven vermeyişi ve Japonların kültürel olarak belirli bir partiyi desteklemeye eğilimli olmaları, bunların başlıcaları.

Scheiner'e göre ise bu etkenlerin hiçbiri "Japon bilmecesi"ni açıklamaya yetmez. Bilmeceyi açıklayan esas etken, Japonya'da geçerli olan patronaj sistemi ile mali merkeziyetçilik bileşimidir. İktidar partisinin belirli bölgelere sağladığı imkanlar karşılığında topladığı oylar, muhalefet partilerinin sürekli başarısız kalmalarının temel nedenidir. Muhalefet partilerinin yalnızca merkezle patronaj ilişkileri bulunmayan bölgelerde başarılı olabilmeleri de buna işaret eder.

Peki, 1992-2002 arasındaki ekonomik durgunluk dönemine (on yıl süreyle ortalama % 1 büyümeye) rağmen konumunu korumayı başaran LDP, nasıl oluyor da şimdi hakim konumu yitirmenin eşiğine gelmiş olabilir? Japonya'nın "Financial Times"ı olarak niteleyebileceğim Nikkei gazetesinin uzun yıllar başyazarlığını yapan ve halen gazeteye bağlı "Japonya Ekonomik Araştırmalar Merkezi" başkanı olan Akira Kojima ile yaptığım mülakatta, bu sorunun cevabına dair ipuçları edindim.

ZAMAN, 10 Kasım 2008

Şahin Alpay / Japon gözüyle Türkiye


Geçen gün çok hoş bir şey oldu; on yıldır görmediğim bir Japon ahbabım ziyaretime geldi. Hal hatır sormalardan, aradan geçen on yıl zarfında neler yaptığımızı birbirimize anlattıktan sonra, tabii kendisini soru yağmuruna tuttum.

Tabii ki ana soru, on yıl sonra Türkiye'yi nasıl bulduğuna dairdi. Uzun yıllar Türkiye'de bir Japon şirketi için çalışan ve bu arada çok iyi de Türkçe öğrenen Japon dostumun biraz düşündükten sonra ilk söylediği şunlar oldu: "İstanbul çok pahalılaşmış... Hele emlak fiyatları inanılmaz... İstanbul'da küçük bir daire satın almayı düşünmüş, ama yapamamıştım. Şimdi binbir pişmanım..." İstanbul'la ilgili öteki gözlemlerinin ne olduğunu sorunca şunları söyledi: "Tüketim eskiye göre çok yükselmiş. İstanbul artık gelişmekte olan bir ülke gibi değil. İstanbullular arasında gelişmiş ülke davranışlarının hakim olmasına az kalmış. Fakat o treni kaçıranların sayısı da az değil." Sonra ekledi: "Türkiye'nin parasını ucuz tutup ihracata destek vermesi gerekirken, serbest kur politikasıyla aksini yapmasını aklım almıyor, şaşırıyorum..."

Sıra, kaçınılmaz olarak politik konulara gelince şu yorumlarda bulundu: "3 Ekim 2005'e kadar Türkiye çok parlak bir reform performansı gösterdi. Sonra sanki enerji tükendi. TÜSİAD son haftalarda gündeme gelen laiklik konusundaki kutuplaşmaya 'gereksiz gündem' demekte çok haklı. TÜSİAD, AB yolunda AKP'yi destekliyor, AKP de AB yolunda yürüyerek güçleniyordu. Ama sanki şimdilerde hükümetle işadamları arasındaki denge bozulmaya başladı. Sanki AKP'nin üzerinden çıkardığı 'Milli Görüş gömleği' kıyısından göründü... Buna mahal bırakmasa, yolsuzlukların üzerine gitse AKP hükümeti bence daha da çok puan toplardı."

Türkiye'nin son yıllarda AB üyeliği için verdiği çabalar hakkında ne düşündüğünü sordum. Şöyle dedi: "Türkiye'yi 1978'den beri tanıyorum ve çok seviyorum. Türkiye'yi sevdikçe de, itiraf edeyim ki, bazen kendi kendime soruyorum: Neden AB? Türkiye zengin, üretken bir ekonomiye sahip. Bu bölgede Türkiye kadar üreten bir ülke daha yok. Türkiye dünyanın en çalışkan, en becerikli işgücüne sahip. Çalıştırmasını, yönetmesini bilirseniz Türk işçisinden daha iyisi yoktur. Türkiye'de üretilen Japon otomobilleri 'sıfır hata' ile üretiliyor; Japonya'da üretilen otomobillerle aynı kalitede... Japon şirketleri artık Türkiye ile AB'yle bütünleşme yolunda olduğu için ilgilenmiyorlar. Türkiye ile bir yanda Balkanlar ve Kafkasya, öte yanda Orta Asya ve Ortadoğu'nun merkezinde, müthiş dinamizmi olan bir ülke olarak gördükleri için ilgileniyorlar... Türkiye genç ve çalışkan nüfusuyla büyüyor ve büyüyecek. AB'ye neden üye olunmak istendiğini anlıyorum tabii; özgürlükler, demokrasi yerleşecek, piyasa ekonomisi güçlenecek... Evet, bunlar önemli. Ama, Türkiye'nin AB karşısında bazen 'Ne olur bizi alın' gibi bir tavır içinde olmasını, doğrusu yadırgıyorum. Yoksa Türkiye'nin dış politikasına hayranım. Türkiye, yeri gelince Amerikalılara da, Avrupalılara da 'hayır' demesini biliyor. Kendi ulusal çıkarlarını izliyor."

Japon dostumun, yeniden buluşmak temennisiyle yanımdan ayrılmadan önceki son sözleri şunlar oldu: "Şahin Bey, ne kadar şanslısınız... Ne güzel, bir yandan üniversitede çalışıyor, öte yandan basında yazıyorsunuz. Üstelik Bahçeşehir Üniversitesi bu muhteşem İstanbul Boğazı'nın hemen kıyısında. Size gıpta ediyorum... Ben hemen hemen bütün dünyayı dolaştım. Dünyada İstanbul'dan daha güzel bir şehir yoktur. İstanbul'da da Boğaz'ın kıyısından başka yerde oturmak olmaz..."

Japon dostum gittikten sonra, yüreğimin adeta kanatlandığını hissettim. Son günlerde üzerime çöken kasvetli hava sanki birden dağıldı... Demek ki Uzakdoğu'dan, Japonya'dan Türkiye'ye bakınca görünen buydu... Uzun yıllar burada görev yaptıktan sonra Türkiye'den ayrılmakta olan bir Fransız dostumla yediğim veda yemeğini hatırladım. Dokunsan ağlayacak gibiydi: "Türkiye'yi çok arayacağım." dedi. "Burası Batı'nın ve Doğu'nun en iyi yönlerini birleştiren ülke..." Bazen tersini düşündürmese ne iyi olurdu.

ZAMAN, 13 Haziran 2006

21 Ekim 2008 Salı

Quentin Tarantino'nun 'Hattori Hanzo' tiplemesi ve 'Ninja'



Quentin Tarantino'nun 'Kill Bill' filmlerindeki 'demirci kılıç ustası' Hattori Hanzô (服部 半蔵) tiplemesi, gerçeğiyle hiç örtüşmediği halde, bu muhteşem intikam hikayesinde kendine özgü saygın bir yer buluyor. Asıl Hattori Hanzô veya 'Masenari' (1541-1596), imal ettiği kılıçlarla ünlenmiş biri değil ve demircilikle hiç ilgisi yok. Fakat büyük rejisör Tarantino, iki filmlik Kill Bill dizisinde bu ünlü savaşçıya öyle hoş bir atıfta bulunuyor ki, yaptığı bilinçli yanlışlık, göze batmayıp hoşa gidiyor. Kurgusal sanat denen şeyin büyüklüğü de burada zaten.

Tarihi kişiliklere mutlaka saygı göstermek ve onları oldukları gibi göstermek gibi bir şart, kurgu sanatının özgürlük alanına girmiyor. Ama çarpıtılan bir tarihi karakteri, bambaşka -ama üstün- bir pozisyonda göstererek, filmde konu olan duyarlı halkları kırmamak ve onların gönlünü almak da mümkün. Türkler gibi şereflerine çok düşkün Japonların kendilerine yönelttikleri eleştiriler bazen insaf sınırını bile aşabiliyor -ki sağlıklı olan da bu (başka halkların insaf sınırını aşarak Japonları eleştirmesi değil). Aynı şey Türkler için de geçerli.

Tarantino'nun Birinci Kill Bill filmi 2003'te gösterime girmişti. Film, birçok bakımdan çok orijinal ve çeşitli film türlerine, filmlere, hatta çeşitli (Spagetti Western) filmlerinin müziklerine göndermelerde bulunan bir seyirlik. Ama bu yazının konusu olan tiplemeye kısaca değinmeden önce filmin konusundan bahsedecek olursak:

'Black Mamba' kod adlı eski mafia tetikçisi Beatrix Kiddo (Uma Thurman), eski kanlı hayatını bırakıp evlenmeye karar vermiştir, karnı burnunda hamiledir. Kocası, onun bazı yakınları, gelinin geçmişinden habersiz, küçük bir kilisede evlenme hazırlıkları için toplanmışlardır. Beatrix'in eski sevgilisi, mafya/tetikçi petronu Bill (David Carradine) ve herbiri birbirinden tehlikeli adamları/kadınları kiliseyi basarak tam bir katliam yaparlar. Gelini Bill bizzat vurur, ama Beatrix ölmez, komaya girer ve yıllar sonra birgün ayılır, kalkar. Bill'den ve diğerlerinden intikam almak için harekete geçer. Tarantino filmde, en sevdiği aktrist Uma Thurman'ı intikamcı gelin rolünde oynatıyor. Yüzü sadece ikinci Kill Bill filminde görünen ve Türkiye'de 'Kung Fu' televizyon dizisinin "Çekirge"si olarak tanınan David Carradine'ı da karizmatik 'Bill' rolüne yakıştırmış. Aksiyon filmlerinde silah olarak Japon kılıcı kullandırarak yeni bir tarz yaratan Tarantino, intikamcısı 'Gelin'e, Bill ve Bill'in adamlarını yenebilmek için, çok iyi bir kılıca sahip olması gerektiğini düşündürüyor. Bunun için de Tokio'ya gelerek orada, yaşayan en büyük kılıç yapım ustası Hattori Hanzô'yu bulduruyor. Gelin usta'dan, kendisi için bir kılıç yapmasını istiyor. İstiyor, çünkü Bill de bir Hattori Hanzô kılıcına sahip. (Rejisör, iyi bir kılıcın diğerlerinden farkını, film boyunca gösteriyor)

Tarantino'nun buradaki jesti, aslında bir Ninja (hayalet savaşçı, ajan, suikastçi / 忍者) olan gerçek Hattori Hanzô'yu bir demirci olarak gösterirken, bu önemli tarihi kişiliği oynamak rolünü, Japon aktör Sonny Chiba'ya (千葉 真一) veriyor. Japon sinemasının en önemli aktörlerinden Sonny Chiba (59), Hattori Hanzô'nun gerçek hayatını anlatan uzun bir televizyon dizisinde başrol oynamıştı. Tarantino, bilinçli yanlışlığını böyle telafi ediyor.

Hattori Hanzô, veya daha sonra sık sık adlandırıldığı üzere 'Oni no Hanzô', tam bir hayalet (cin) savaşçıdır ve 1970'li yıllardan itibaren kült haline getirilen kurgu Ninja'ların en gerçek olanlarından biridir. Modern zamanların ucuz aksiyon filmlerinde ve Hong Kong sinemasında, duvarlara tırmanan siyah giysili garip adamlar şeklinde gösterilen Ninja'lar, Shogunlar devrinin bir tür gizli ajanlarıydılar ve özgün savaş/dövüş yöntemleri kullanıyorlardı, sabotajlar yapıyorlardı vs. (Nisbeten yeni/modern zamanlarda daha çok Yakuza/Mafya tetikçileri haline gelip yozlaşmışlardır) Hattori Hanzô, büyük Shogun (Genelkurmay Başkanı ve hükümdar) Tokugawa Ieyasu'nun hizmetindeki en önemli Ninja idi. Daha onaltı yaşındayken Uzuchi kalesine yapılan gizli baskın sırasında gösterdiği kahramanlık ve başarı nedeniyle Shogun tarafından ödüllendirildi. Daha sonra önemli savaşçılarından ve en önemli ajanlarından biri oldu. Hattori Hanzô, Shogun'u diğer grupların ajanlarından korumakla görevli gölge birliğin başkanıydı ve 55 yaşında, ona başka bir Ninja grubu tarafından kurulan sofistike bir tuzaktan kurtulamadı (büyük bir ihtimalle öldürüldü). Ne şekilde öldüğü/öldürüldüğü bugün de bilinmemektedir, bu nedenle eceliyle öldüğü de söylenir.

Ninja, 'saklı' (gizli) anlamı içeriyor. Ninja'lar, açık dövüşmedikleri ve hedefleri için her türlü hileyi yapabildiklerinden, 'Samurai'ler tarafından her zaman küçümsenmişlerdir ve yakalandıkları zaman acımasızca öldürülmüşlerdir. Ninja öğretisi 'Shinobi no jutsu', Ninja'ların piri sayılan prens Shotoku Taishi tarafından muhtemelen 7. Yüzyılda ilk kez uygulanmaya başlanmıştır. Fakat bir savaş disiplini olarak, ancak 9. Yüzyıldan sonra kullanılmıştır. Japon tarih yazımında "şerefsiz" Ninja'lardan bahsetmemeye özen gösterilir ve Samurai'ler yüceltilir. Bu o kadar dikkat çeker ki, bazen Ninja diye birşeyin hiç olmadığını, bunun Batılılar veya sinemacılar tarfından uydurulmuş bir efsane olduğunu düşünebilirsiniz.

14 Ekim 2008 Salı

II. Dünya Savaşı'nda Japon ve Türk antisemitizmi


1941 Mayısında Türkiye'de Yahudi kökenli Türklerin (ve diğer Hristiyan Türkiye vatandaşlarının) 'Yirmi Kura İhtiyatları' adı altında ikinci kez askere alınıp silah ve üniforma verilmeden kazma-kürek yollarda çalıştırılmaları, ithal bir antisemitizm ve ırkçı/milliyetçi döneme işaret eder. Türkiye'nin yüz karasıdır. (Konu hakkında bakınız: Bensiyon Pinto "Anlatmasam Olmazdı" İstanbul 2008) 1937'deki Trakya olayları ve Yahudilerin utanmazca aşağılanmaları da, bu ithal düşüncenin ürünüdür. 1942'de çıkarılan azınlıklara Varlık Vergisi de ithal bir ultra-milliyetçilik pratiğidir. İthaldir, çünkü Türk (ve Müslüman) geleneğinde antisemitizmle ve eski Hristiyancı Yahudi düşmanlığı ile kıyaslanabilecek herhangi bir Yahudi düşmanlığı yoktur (olması için bir neden de yoktur). İkinci Dünya Savaşı döneminde bütün dünyada görülen antisemitizmin Türkiye'ye de yansımış olması utanılacak bir durumdur ve bu kara leke asla unutulmayacaktır, ama Avrupa'daki (Hristiyan) antisemitizmiyle arasında önemli farklar vardır. Bir kere asla Avrupa'daki kadar ciddiye alınmamıştır.

Antisemitizm ve Yahudi Soykırımı, kapitalizmin -aynı zamanda- halkları homojenleştirme ideolojisi olan Milliyetçiliğin ve milliyetçilikler döneminin "zirvesi"ni teşkil eder. Fakat bu ırkçı/barbar ideolojinin, Hristiyan-fundamentalizmiyle önemli tarihi bağları vardır. Doğu'daki yoğun modern kapitalist milliyetçileşmeye rağmen Yahudi düşmanlığının asla Batı'daki kadar ciddiye alınmadığını gögösterecek en önemli örneklerden biri Japonya ise, bir diğeri de Türkiye'dir.

Nazi-Almanyası'nın müttefiki Japonya, Nazilerin yaptığı tüm baskılara aldırmadan, Japonya kontrolü altındaki bölgelerde yaşayan Yahudileri öldürmeyi reddetmiştir. Ağustos 1945'de Savaştan sonra, Japonya kontrolünde 1943'den beri kendi getoların yaşayan sekiz bin Yahudi özgürlüğüne kavuşmuştur. (Bu arada Yahudilere çok iyi davranıldığı da söylenemez, ama kötü de davranılmamıştır.)

Bu konuda en çarpıcı örnek, Naziler ve Faşistlerle ittifak halindeki Şintoist/Budist Japonya'dır. Modern ordusunun kuruluşu konusunda tıpkı Türkiye gibi Prusya okuluna dahil olan Japonya, üniversitelerinin kuruluşu konusunda da Almanya'yı örnek almıştı. Japonya'da antisemitik etkiler, bu nedenle Nazilerin etkisiyle gelmiştir. Nazilerin iktidara geldiği 1933 ile savaşın sona erdiği 1945 arasında Japonya'da 800 kadar antisemitik yayın piyasaya çıkmıştır. (Bkz. Heinz Maul, "Warum Japan keine Juden verfolgte" 2007)

Varşova'daki Yahudi getosuna karşı uyguladığı barbarlıkla tanınan Varşova Gestapo şefi Alfred Meisinger'in Tokio'ya büyükelçi atanmasıyla Japonların üzerindeki müttefik baskısı arttı. Naziler, Japonların Yahudilere karşı yeterince sert olmadıklarını söylüyor, baskıyı artırmalarını istiyorlardı. Sonunda durum öyle bir noktaya geldi ki, Japonlar 1942'de, Shanghai'daki Yahudi getosunu tasfiye edip içindekileri yoketmeyi bile tartışmak zorunda kaldılar. Savaşın, 1940'da imzalanan Alman-İtalyan-Japon paktı lehine geliştiği dönemdi. Fakat Japonlar buna rağmen böyle bir kitlesel cinayeti işlemeyi reddettiler. Ardından Nazilerin Stalingrad yenilgisi geldi ve Japonlar Sovyetler'e karşı Nazilerle birlikte savaşmayı da reddettiler. Daha sonra antisemitist söylemlerinin dozunu artırsalar da, bunda, Nazi müttefiklerini daha fazla kızdırmak istememelerinin payı büyüktür. Japon milliyetçiliği ve geleneği, Hristiyan kökenli antisemitizmden farklıdır ve gerçek bir Yahudi düşmanlığı, Japonya'da da asla olmamıştır. Dışarıdan ithal edilen Yahudi düşmanlığı ise, bu temel duruşu bozamamıştır.

Türkiye'deki Yahudi düşmanlığı ise savaş öncesi ve sırasında yapılan ayrımcılıklar ve Trakya'da Yahudilerin mallarına el konma girişimleri etrafında gelişen, birkaç dayak ve tecavüz olaylarıyla sınırlı kaldı, dönemseldi. Avrupa'dan yükselen antisemitizmin etkisiydi. 11 Eylül 2001 döneminde yeniden hortlayan (neo-)antisemitizm, komploculuk ve anti-sabetaycılık gibi etkisi kısa süren (Batı'dan ithal) "ürünler"i şimdilik bir yana bırakacak olursak, II. Dünya Savaşı öncesi ve sırasındaki Yahudi düşmanlığı Türk tarihinde tam bir istisna (büyük ayıp) teşkil etmektedir. İşin kötüsü, Türklere bu karayı sürenler, bu olayların doğrudan sorumlusu olan devlet ve devlet yetkilileri Yahudilerden özür dilememişlerdir. Bu berbat olayın tek sevindirici yanı, halkın (şimdi İslamcılar dışında) bu acaip düşmanlığı asla ciddiye almaması, Yahudilerin de büyüklük göstererek yapılanları bir kin/nefrete dönüştürmemiş olmalarıdır. (Bütün bunlardan/savaştan sonra Almanya'nın, antisemitizme ve Yahudi düşmanlığına karşı bağışıklığı en sağlam ülke haline gelmesi de, bütün dünya için büyük bir kazanımdır ve çok önemlidir)

27 Eylül 2008 Cumartesi

Selçuk Esenbel / 1904 Rus-Japon Savaşı'nın Osmanlı Türkiye'si üzerindeki etkisi (2)


Savaş süresince, (Osmanlı) kamuoyundaki Japon sempatisi göz önünde tutulduğunda, Ruslar tarafından düşmanca yorumlanabilecek herhangi bir tutumdan kaçınmak için Sultan Abdülhamit (1842-1918) hükümetinin Japonya ve Rusya'ya karşı izlediği tarafsızlık politikası, üzerinde çalışılmış dikkatli bir politikaydı. 1878'deki Rus yenilgisinden sonra II. Abdülhamit, geleneksel kuzey düşmanına karşı potansiyel müttefik olan Meiji Japonya'sıyla ilk olarak 1890'da kalkıştığı doğrudan ilişki oluşturma çabalarına rağmen, Rusya'ya karşı işibirliğinden yana bir politika izledi. Abdülhamit, Doğu'nun Yükselen Yıldızı'yla yakın ilişkiler kurmak niyetindeydi. 1889'da Ertuğrul fırkateynini, Batı imparatorluklarının Asya sömürgelerinde Panislamcı mesajlarını yaymak üzere iyi niyet elçisi olarak Meiji İmparatoru'na göndermişti. Ertuğrul, Wakayama bölgesi kırılarında, Kushimoto'da battı, gemideki subay ve denizcilerin çoğu Pasifik Okyanusu'nda boğuldu, böylrcr talihsiz görev trajediyle sona erdi. Bununla beraber, Japonlar Büyük Güçlerin anlaşmalarıyla aynı çizgide kapitülasyon elde etmenin peşinden koşarak, Japonya'yla resmi, diplomatik ve ticari bir anlaşma yapmak isteyen Osmanlı bürokratlarının şevkini kırmıştı.

Padişah Türk basınına sansür getirerek, Japonların lehine olan yazıların basılmasını açıkça yasakladı ve basındaki savaş haberlerini yalnızca cephede olan bitenin aktarılmasıyla sınırladı. 1890 Ertuğrul trajedisinden sonra İstanbul'da ortağı Nakamura Kenjiro ile iş yapan Yamada Torajiro Türk dünyasıyla, özellikle İstanbul'daki yaşamla ilgili yazdığı ünlü izlenimlerinde, Osmanlı İmparatorluğu'nu kuranların da Asya kökenli olduklarını ve Türklerin Japon zaferinden dolayı gururlandıklarını yazmıştır. ('Toruko gekan' Tokio 1911) Ancak Osmanlı arşivlerinde, Osmanlı hükümetinin, Yamada ve Nakamura'nın "Japonya'daki doğal afet kurbanları"na yardım için duyarlı Müslümanlardan ciddi miktarlarda bağış toplanmasının önüne geçtiği yönünde bilgiler vardır.

Savaş süresince Osmanlı Devleti, 1902 İngiliz-Japon ittifakının gereği olarak Japonya'ya destek veren İngilizlerle Ruslar arasında kaldı. Bir yandan Karadeniz donanmasının geçişine izin verilmesi için sıkı Rus baskısıyla karşılaşırken, öte yandan Rus gemilerinin Çanakkale Boğazı'nın kuzeyinde tutulması için baskı yapan İngilizlerle karşı karşıya kaldı. Kırım Savaşı'ndan sonra imzalanan 1856 Paris Anlaşması'ndan itibaren Karadeniz donanmasının Akdenize geçişine izin verilmemişti. Ancak Rusya, 1870'de geçişi yeniden başlattı. Bununla birlikte bu, Türkiye ile Rusya arasında 1891'de imzalanan anlaşmaya göre sınırlı bir geçiş olup, anlaşma uyarınca silah ve savaş teçhizatı taşıyan savaş gemilerinin Boğaz'dan geçişi yasaklanmıştı. Savaş boyunca Japon temsilciler Rus gemilerinin Boğaz'daki hareketlerini ve özellikle Karadeniz'deki olası hareketlerini özenle takip ettiler. Fahri konsolos ve aracı olarak görev yapan Yamada ve Nakamura, Galata'daki ortaçağ Ceneviz Kulasi'ne Boğaz'ı gözetlemek üzere sürekli tetikte olan 20 adam yerleştirdi. 1890'larda Japonya'nın Dışişleri Bakanı Aoki Shozo, Japonya'yla dostluk ve ticaret ilişkileri içeren bir anlaşma teklif etmişti. Ancak Osmanlı padişahı Japonya ile daha güçlü ilişkiler için hevesli olsa da, iki devlet arasındaki görüşmeler bir sonuca ulaşamadı. (...)

Yamada'nın anıları ve Japon belgeleri, kendisinin ve Nakamura'nın Viyana'daki Japon elçisi Makino'ya, Rus gemilerinin Boğaz'dan geçişini rapor ettiklerini ortaya çıkarıyor. 4 Temmuz 1904 kadar erken bir tarihte Gönüllü Filo'ya ait Rus ticaret gemileri Petersburg ile Smolensk, silah ve teçhizat taşıyarak Boğazdan geçip Süveyş Kanalı'na doğru yol aldı. Japon yetkilileri, Karadeniz'deki Rus güçlerinin Doğu Afrika kıyısında, Madagaskar adasının yakınlarında bekleyen ve nihayetinde Uzakdoğu'daki savaş alanına yelken açacak olan Baltık filosuna katılıp katılmadığı haberlerine kulak kesildiler. Matsutani, Japon İmparatorluk Donanması'nın, Yamada'nın Gönüllü Filo'nun geçişiyle ilgili raporlarına yüksek düzeyde itibar ettiğini yazar. Sonunda Osmanlılar, Gönüllü Filo'nun başka gemilerine de , aslında 7 gemiye daha Boğaz'dan geçiş izni verdi: Odessa'dan açılan gemiler birincisi Iaroslavi, sonuncusu Merkurii olmak üzere kasımın 6'sı ile 11'i arasında birer birer yedi günde geçiş yaptı. Gönüllü Filo Boğazlar'ı silahsız geçti. (...)

Toplumsal Tarih Dergisi Ağustos 2008 sayısından

7 Eylül 2008 Pazar

TORA! ve Ruslara karşı 1904-05 Japon zaferi


1971 baharında İzmit'te Altınnal sinemasında kuzenler sinemaya gitmiştik. Biz filme 'Savaş Filmi' diye gittik ama beklediğimiz film daha önce gördüklerimizden çok farklı çıktı. İlk Japon savaş filmini seyrettiğimizin henüz farkında değildik. Gerçi o zamanın 'Godzilla' filmlerinde de Japon askerler görülürdü, ama tam bir savaş olmazdı. Japonların kahraman canavarı Godzilla dünyayı kurtarırken, bazı Japon subaylar ve askerler de ona Sten hafif makinalılarla, tanklarla destek verirlerdi o kadar. Richard Fleischer'in yönettiği 1970 yapımı 'Tora! Tora! Tora!' (
トラ・トラ・トラ!) bir Japon-Amerikan ortak yapımıdır ve 7 Aralık 1941'de Japon donanması ve hava kuvvetlerinin Hawai'deki ABD deniz üssü Pearl Harbor'a saldırışını anlatır. Filmin adı, saldıran Japon kuvvetlerinin saldırıdan önce aralarındaki haberleşmede kullandıkları paroladan alınmıştır. ('Tora', 'Kaplan' anlamına geliyor) Bu olay sonucu ABD'nin savaşa girdiğini ve II. Dünya Savaşı'nın yeni bir yön ve ivme kazandiğini biliyoruz. Olayın gerisine dönüp bakarsak, modern zamanlarda Batı'ya meydan okuyan ve Batı'yı yenen ilk Asya ülkesi Japonya'nın 1941'de Amerika'ya, Büyük Britanya'ya (ve Hollanda'ya) savaş ilan etmesinin gerisinde 1904-1905 Japon-Rus Savaşı'nın bulunduğunu görürüz.

Japonlar, aynı stilde 1904'te Rusların elindeki Port Arthur (Mançurya) üssüne saldırmışlardır. Japon ordusunun komutanı Amiral Togo Heihachiro, 1863'de, daha 16 yaşındayken ülkesine yapılan İngiliz saldırısına karşı savaşmış tecrübeli bir askerdi. Bu savaş o kadar önemlidir ki, (1915 Çanakkale Savaşının sonuçları ile birleştirildiğinde) Rus Çarlığı'nın ve Çarlık ailesinin ortadan kalkışına ve 1917 Ekim İhtilalinin Rusya'da tutunabilmesine neden olmuştur ve Batı'nın dünyadaki tartışılmaz !mutlak üstünlüğüne' son vermiştir. Japonların 1905 Rus zaferi hakkında Batılı eser oldukça az. Batılı kaynak kitaplarda bu savaşın birkaç cümleyle geçiştirildiğini, hatta bazılarında hiç bahsedilmeyip atlandığını görüyoruz. Unutulmaya, unutturulmaya çalışılan bir savaş mutlaka çok önemlidir ve günümüze kadar uzanan yaralar açmıştır. (Bu yüzden bir yazıyla yetinilemeyecek kadar önemlidir) Savaşın başlangıcı, o dönemdeki bütün diğer savaşlardan farklı bazı 'ilk'leri de bağrında taşıyor.

Savaşın başlatılması
na bizzat Tenno'nun (Göğün Oğlu / İmparator) başkanlığındaki eski politikacılardan ve diğer devlet adamlarından oluşan bir kurulda 4 Şubat 1904'te karar verilmiştir. Kurul, demokratik yollardan seçilmiş kurul değildir. Devlet tecrübesi olan eski devlet adamlarından oluşmaktadır -yani eski geleneğe göre işleyen, derin tecrübe ve yetenekten yararlanılan bir kuruldur. Savaş kararı alındıktan sonra Japon donanması bütün gücüyle saldırmıştır ve ancak saldırıdan birkaç gün sonra Rus Çarlığı'na savaş ilan etmiştir. (ABD'ye saldırı da esas itibariyle aynı şekilde gerçekleştirilmiştir) Özellikle Mançurya'daki Mukden Savaşı başta olmak üzere, bir yıl süren savaş, modern savaşın (1945'lere kadar süren şekliyle) ilk temel örneğidir. Yapıldığı dönemde, dünyanın en büyük savaşı sayılıyordu, çünkü yüzbinlerce kişi savaşmıştır ve arkadan dolma yeni topların, ilk makinalı tüfeklerin, dikenli telin kullanılması nedeniyle kayıplar korkunçtur. Dönemin savaş raporları, tam bir cehennemden, paramparça insan cesetlerinden oluşan tepelerden, alanlardan bahsetmektedir. Sadece Port Arthur kuşatması sırasında 58 bin Japon 38 bin Rus ölmüştür. Japonlar bu savaş çerçevesinde ilk kez, II. Dünya Savaşı'nda da kullandıkları intihar komandosu benzeri bir yöntem kullanmışlar ve makinalı tüfeklere karşı süngü hücumu ile bazı tepeleri ele geçirmişlerdir. Sadece Mukden savaşına 300 bin asker katılmıştır. Rus ordusuna soldan ve sağdan iki saldırı yapılmıştır ve Rus ordusu çembere alınmaktan son anda kurtulmuştur. Mukden'de Japonlar 26 bin Rus askeri öldürüp 25 binini yaralamışlar, 40 bin Rus askerini esir almışlardır. Mukden savaşında Japon kayıpları çok yüksektir (41 bin kadar).

Bu savaşta yenilen Rus Orduları komutanı Aleksey Kuropatkin, Türk tarihinde de önemli bir figürdür. Kuropatkin, Çarın Türkiye'ye karşı yürüttüğü 93 Harbinde (1877-78) Rus Ordularının Mihail Dimitriyeviç Skobelev komutasındaki 16'ıncı piyade tümeninin kurmay başkanıdır. Daha sonra 1880-81'de Orta Asya'daki Türk ayaklanmalarını bastırmakla görevlendirilmiştir. 1890'da en üst general rütbesine terfi etmiştir ve Hazar bölgesinde bulunmuştur. 1904'te Mançurya ordusunun başına tayin edilmiştir. Fakat emrindeki komutanları savaştan sonra, onun bu büyüklükte bir orduyu ve savaşı yönetemeyecek kadar düşük çaplı olduğunu söylemişlerdir. Tam da burada, çok önemli -ve mutlaka temas edilmesi gereken- bir nokta bulunmaktadır.

O dönemde Japonya'da, bütün önemli Batılı (süper ulus-) devletlerin ve tabii Rusların da askeri ateşesi bulunmaktaydı. Bu ateşelerin (Batılıları "süpermeninsan" sanmalarından olacak) Japonları çok küçümseyen ve "Asyalı Barbarlar"ın 'belli askeri kalitelere sahip olabilmeleri için daha en az bir yüz yıl geçmesi gerekir' şeklindeki raporları halen mevcuttur. Japonlar, o raporlardan birkaç yıl sonra Rusları fena halde yendiler. Ama Japonlara karşı savaşmak için Mançurya'ya gönderilen Rus generali de bu anafikre uygun biri oldu. Ordu yönetemeyecek kadar yeteneksiz ama "parlak" (ve entelektüel!) bir subay olan Çarın gözdesi Aleksey Kuropatkin, o zamanların bildik 'modern savaş yöntemleri'ne uyarak, klasik 'ağır hareket eden' modern ordu yöntemlerini kullandı ve kaçamak bir savaş yürüttü. Rusların bütün stratejisi, "yardım gelecek bizi kurtaracak" üzerine kurulmuştu. Mukden'de Japonlar demiryolu bağlantısını ele geçirip Rus ordusunun Rus topraklarıyla bağını kesince Ruslar, Petersburg'dan 36 dev savaş gemisi gönderdiler. Gemiler, 18 bin deniz mili yol yaparak (o zamanlar tam bir rekor) hiç Akdeniz'e girmeden ve Afrika'nın etrafından dolaşarak Pasifik'e geldiler ve Kore ile Japonya arasındaki Tsushima adası yakınlarında Japon donanmasıyla savaşa girdiler. Japonların kullandığı 'T savaş biçimi' ile tamamen yok edildiler (Ayrı bir yazı konusudur). Kuropatkin, 16 Mart 1905'de Mukden'deki kesin yenilgiden sonra görevinden alındı.

(Kuropatkin, 1879'de Plevne savaşıyla ilgili, 1884'de de 93 Harbi ile ilgili, daha sonra üç cilt halinde Almanca'ya çevrilmiş iki kitap yazmıştır. 1904'de Almancaya çevrilen 'Türkmenistan'ın Fethi' adlı kitabı Avrupa'da kitapçılarda satılırken, modern zamanların ilk büyük savaşını kaybetmişti. Kurapatkin Rus-Japon savaşı hakkında da kapsamlı bir kitap yazdı. Kitap çeşitli dillere çevrildi. 1915'te ve 1916'da I. Dünya Savaşına katıldı. En son Kuzey cepesindeydi. 1917 Şubat devrimi sırasında tutuklandı. Serbest bırakıldıktan sonra memleketine döndü ve küçük bir okula müdürlük yaptı, 1925'de öldü.)


1904-05 savaşında dikkat çeken diğer konu, o zamana dek modern savaşta savunmanın esas olması ilkesinin değişmesidir. Topların asıl sonucu belirlemedaki önemi nedeniyle ve modern savaşın temel özelliği olarak çok kayıp verilmesi göz önünde bulundurularak, askerlerin siperlerden pek çıkmadığı, çıkarsa da yerlerde süründüğü bir savaş modeli benimsenmişti. Japonların çok kaybı göze alarak sürekli saldıran, hatta bazen sadece süngü kullanan yöntemi, Birinci Dünya Savaşı'nda gözlenen çok hareketli ve saldırı ağırlıklı modern savaş yönteminin daha çok benimsenmesine neden olmuştur.
Bu savaşın Japonlara yararı, 1905'den itibaren, tartışmasız bir şekilde tek Asya süper ulus-devleti olarak diğer Batılı süper ulus-devletlerin yanındaki/karşısındaki yeri almış olmasıdır.

Bu savaştan sonra sadece Ruslar değil, Kore ve Çin'deki diğer Batılı ordular da Asya'dan çekilmişlerdir. Japonya Mançurya'nın tamamının kontrolünü ele geçirmiştir. Ruslar sachalin'in bir kısmını ve Kuril Adalarını Japonlara bırakmışlardır. O dönemden başlayarak Japon yayılması devam etmiştir. II. Dünya savaşının ilk yarısında Japonya, Pasifik bölgesinde çok büyük bir bölümü işgal ve kontrolü altına almıştı. Bu bölgeler kısaca şunlardır: Mançurya, Kore, Peking dahil olmak üzere Doğu Çin ve Nanjing/Shanghay dahil doğudaki önemli şehirler ve sahil üsleri. Tayland, Burma, Vietnam-Kamboçya (Fransız Hindiçini), Filipinler, bugünkü Endonezya ve Malaysiya (Hollanda-İngiliz-Amerikan sömürgeleri), okyanustaki sayısız ada vs.


Savaşın Japonlara zararı: Meiji (tanzimat) döneminde Japon Ordusu'nun kazandığı kendi içinde bağımsız yapısı, daha sonra askerlerin kontrol ettiği bir askeri diktatörlüğe dönüşmüştür. Politikaya karışan askerler, ülkenin hızla milliyetçileşmesinde de baş rolü oynamışlardır. Fakat bu, Japonya'ya özgü bir durum değildi. Radikal milliyetçilik, o dönemde bütün dünyada güçlenmekteydi. Askerlerin siyaseti doğrudan yönlendirmeye başlaması, II. Dünya Savaşının felaketle sona ermesine neden olmuştur.